ANKARA KALESİ
"ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE
BİRLEŞMEK"
Prof.
Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 14 Kasım 2018
Türkiye
Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olun bir milli devlettir.
Birinci Dünya Savaşı ile beraber Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra
ortaya çıkan merkezi ülkede Türkler Misak-ı Milli sınırlarını ilan etmişler, bu
sınırlar içindeki ülkede bir ulusal kurtuluş savaşı vererek kendi milli
devletlerini kurmuşlardır. Bu durumu son derece normal karşılamak gerekir;
çünkü Fransız Devrimi ile beraber bütün imparatorlukları dağıtan ve tarih
sahnesine ulus devletleri çıkaran bu süreç ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi
sonrasında bütün Avrupa ülkeleri birer milli devlete dönüşürken, yirminci
yüzyılın başlarında da devlet yapılarının millileşmesi süreci Avrupa üzerinden
dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Milli devletler tarih sahnesine
çıkarken Türk ulusu da kendi milli devletini Türkiye Cumhuriyeti adı altında
kurarak, dünya sahnesine çıkmıştır.
İmparatorluktan ulus devlete geçerken, Türklerin
emperyalizme karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal
Atatürk olduğu için, Türk milletine milli devletini kazandıran liderliği
Atatürk yapmıştır. Bu nedenle, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün
eseridir. Zaten kendisi de en büyük eseri olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan
etmiş ve bu eserin korunması görevini Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına
vermiştir. Türk ulusu da, milli devletini kuran önder Atatürk’ün izinden
giderek Türkiye Cumhuriyeti’ni yirmi birinci yüzyıla taşımıştır. Yeni yüzyılda
yepyeni bir dünya düzeni kurulurken, dünyanın merkezi bölgesinde yer alan
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği yoğun bir tartışma ortamına
sürüklenmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında milli bir devlet olarak
ortaya çıktıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak toparlanabilmek ve
temelleri sağlam atabilmek için bir süre içine kapanmış ve İkinci Dünya Savaşı
tehlikesinden bu tutumla kurtulmuştur. Bütün Dünya İkinci Dünya Savaşı’nda
karışırken, içe kapanan Türkiye böylesine tehlikeli bir dönemi atlatabilmiş ve
varlığını korumanın ötesinde geliştirerek, soğuk savaş döneminin son yarısında
bağımsız devlet kimliği ile dünya sahnesindeki konumunu koruyabilmiştir.
Devleti kuran Atatürk yeni siyasal yapılanmanın hem modelini belirlemiş hem de geleceğe
dönük politikasının temellerini atmıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti
devleti denilince akla ilk gelen Atatürk’tür; çünkü bu devlet ve siyasal rejim
bütünüyle onun çizdiği doğrultuda oluşan bir modeldir. Türkiye denilince,
Atatürksüz bir değerlendirme yapılamaz, yapılırsa bu Atatürk modeline ve
Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşer. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün bir
milli devlet yapısına sahip olduğu için Türk Anayasası’nda, devlet biçimi olan
Cumhuriyet’in temel niteliklerinin en başında Atatürk Milliyetçiliği kavramı
yer almaktadır. 1982 Tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın genel esaslar
kısmında yer alan birinci maddede Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu
belirtilmektedir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri sayılırken, “Atatürk
Milliyetçiliğine bağlı” kavramına yer verilmektedir. Bu tanımlama Anayasanın
ikinci maddesine ve değiştirilemeyecek kısmına bir süs olsun diye
konulmamıştır. Böylesine bir maddenin Anayasanın başlangıcında yer alması bir
anlamda devletimizin dayanmış olduğu Atatürk modelinin anayasal güvence altına
alınmasını sağlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gövdesini ve çatısını
kuran TC Anayasasına göre, devletimiz Atatürk Milliyetçiliğine dayanan bir
milli devlettir. Bütün milli devletler kendi milletlerinin milliyetçilik
anlayışına dayanarak tarih sahnesine çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti neden Türk
milliyetçiliğine değil de Atatürk Milliyetçiliğine dayanmaktadır? Bu sorunun
yanıtı, Türk Devleti’nin siyasal yapılanması ile yakından ilgilidir.
Türkler tarih sahnesine on bin yıl önce Orta Asya’da
çıkmışlar ve göçebe bir toplum olarak Asya ile Avrupa kıtalarının belirli
bölgelerinde yaşayarak tarihin her döneminde Türk devletleri kurmuşlardır. Bu
çerçevede genel olarak Türk milliyetçiliği Türk dünyasını çağrıştırmaktadır.
Bugün Türkler, Doğu Avrupa’da, Karadeniz kıyılarında, Kafkas bölgesinde, Orta
Asya’da, İran’da, Anadolu’da ve Ortadoğu ülkelerinde tarihin bir uzantısı
olarak yaşamaktadırlar. Bu kadar geniş bir bölgeye yayılan Türkleri esas alan
genel anlamda bir Türk milliyetçiliği Misak-ı Milli sınırlarını aşacağı için ve
Turancılık anlamında Türklerin geleceğe dönük bütünleşmesini gündeme getireceği
için, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Türk milliyetçiliğini Misak-ı Milli
sınırları içindeki Türkiye’nin geleceği için düşünmüştür. Birinci Dünya Savaşı
sonrasında, Türk dünyası Sovyet imparatorluğunun esareti altına sürüklenirken,
Anadolu ve Balkan Türklerini Atatürk, bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında
bağımsız bir devlete doğru yönlendiriyordu. O’nun bu çabalarının başarıya
ulaşması ile Türkler ilk bağımsız milli devletlerini, dünyanın merkez
toprakları üzerinde ve Anadolu’yu esas alarak kuruyorlardı. Milliyetçilik
cereyanları dünyanın çeşitli devletlerini milli bir yapıya dönüştürürken,
Türklere de ilk milli devletlerini Anadolu toprakları üzerinde kazandırıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti batıdan kaynaklanan milli devlet döneminin bugünkü
örneklerinden biridir ve bu yapısı ile Atatürk’ün eseridir.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş olan Türkiye
Cumhuriyeti Kuvayı Milliye döneminden gelme bir dayanışma içinde Türk
Milletinin bütünü tarafından korunurken, daha sonraki dönemlerde demokrasiye
geçilmesiyle beraber Atatürkçülerle milliyetçilerin yollarının ayrıldığı
görülmüştür. Atatürk’ün izinden gidenler, O’nun ilkelerini Atatürkçülük ya da
Kemalizm başlığı altında bir bütün olarak savunurken, milliyetçiler giderek
Atatürk’ten uzaklaşmışlar ve Türk dünyasının etkisi altına girmişlerdir. Türk
dünyasının ağırlığı dünya sahnesinde ortaya çıktıkça Türkiye’deki milliyetçi
kesim, Atatürk’ün devlet modelinin dayandığı Misak-ı Milli sınırlarının dışına
çıkarak Türk dünyasına hedef alan bir Türk milliyetçiliğine kaymışlardır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Atlantik güçlerinin baskısıyla Türkiye demokrasiye
girince yeni dönemde milliyetçilik Atatürk’ün partisinin dışına çıkmış ve ayrı
bir parti olarak örgütlenmiştir. Milliyetçiliğin dincilikle beraber ayrı
partiler halinde örgütlenmesi ile beraber, Türkiye’de amerikan modeli iki
partili sistem değil ama merkez sağ ve merkez sol partilerle beraber milliyetçi
ve de dinci parti örgütlenmeleri gündeme gelmiş ve Türk siyaset sahnesi dört
partili bir yapıya oturmuştur. Dört partili yapıda milliyetçilik ayrı bir parti
çatısı altında örgütlenirken, Atatürk’ün partisinin milliyetçilik ilkesi geride
kalmış ve Türkiye’deki gayrimüslim unsurların etkisiyle, Atatürk’ün partisi
milliyetçi bir parti olmanın ötesinde laikliği savunan laikçi bir parti
konumuna sürüklenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olarak tarih
sahnesine çıkarken, imparatorluğun son dönemi olan İkinci Meşrutiyet yıllarında
kurulan Türk ocaklarının önde gelen bir rolü vardır. İmparatorluktan milli
devlete geçilirken, daha önceleri Genç Osmanlıların oluşturamadıkları Osmanlı milletini
Türk ocaklarının öncülüğünde önceleri İttihatçılar, daha sonraları da
Kemalistler, yeni dönemde Türk Milleti olarak tarih sahnesine
çıkarabilmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşını yaparken, milli devleti kurarken
ve daha sonraları da Türkiye Cumhuriyeti’ni korurken beraberce hareket eden
milliyetçiler, Atatürkçüler ya da Kemalistlerin yolu, demokrasiye geçilmesiyle
beraber ayrılmış ve soğuk savaş döneminin koşulları ile de bu ayrılık giderek
kemikleşmiştir. Milliyetçilik Atatürk’ün dışında örgütlenirken, Türk dünyasını
esas alarak yeni bir tür Turancılığa yönelirken, Atatürkçüler de Mustafa
Kemal’in en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları
içinde korunmasına ve o dönemde kurulmuş olan ilk ve tek bağımsız Türk
devleti’nin ayakta kalabilmesi için mücadele vermişlerdir. Atatürk sonrasında,
tek parti döneminde, koruyucu politikanın öne geçtiği ve bu nedenle içe
kapanarak hızlı bir gelişme ve kalkınma seferberliğine kalkışıldığı
görülmektedir.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Atatürk’ün partisi
Avrupa Birliği’ne yönelirken milliyetçilikten biraz uzaklaşmış ve Hıristiyan
Avrupa nedeniyle laiklik ilkesine daha çok önem verir bir duruma gelmiştir.
Milliyetçi kesim ise, Avrupa Birliği’ne mesafeli olarak, Türk milliyetçiliği
anlayışını Türk dünyası merkezli yürütmüştür. O dönemde sosyalist sistem
Sovyetler Birliği’nde egemen olduğu için Türk milliyetçiliği daha çok sol ve
sosyalizm düşmanlığı çizgisinde gelişmiş ve bu nedenle de soğuk savaş dönemi
koşullarında Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyen sol-sağ çatışmasında sağ
kesimin militan çizgisini oluşturmuştur. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle beraber
milliyetçilik anlayışı bir Sovyetler Birliği karşıtlığına dönüşmüş ve böylece
aslında antiemperyalist çizgide olması gereken Türk milliyetçiliği anti
sovyetizm doğrultusuna kaymıştır. Milliyetçiler antiemperyalizmi bırakıp
antisol bir çizgide ilerlerken, Atatürkçüler de Atatürk’ün partisinin Avrupacı
çizgiye kayması nedeniyle, milliyetçi çizgiden uzaklaşarak laik ve batıcı bir
anlayışa yönelmişlerdir. Milliyetçilerin karşı politikalara yönelmeleri,
Atatürk’ün eseri olan Cumhuriyet7e sahip çıkma çizgisinden uzaklaşmalarına
neden olmuştur. Benzeri bir biçimde Atatürk’ün partisi de Avrupacı ve batıcı
bir çizgiye kayarken milliyetçiliği unutmuş, Hıristiyan batıya hoş görünmek
için Türkiye’deki gayrimüslimlerin öncülüğünde laikliği öne çıkarmıştır.
Atatürkçüler Avrupa batıcılığı yüzünden laikliğe kayarak
milliyetçilikten uzaklaşırken, milliyetçi kesim de Türk dünyasına yönelerek
Atatürk’ten kopmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında
antiemperyalist çizgide dışa karşı beraber olan bu iki kesim sonraki dönemlerde
demokrasicilik oynarken birbirlerinden uzaklaşmışlar ve zaman zaman da
emperyalist kışkırtmalar sonucunda karşı karşıya gelmişlerdir. Soğuk savaşın
son dönemlerinde Türkiye bir terör kışkırtmasıyla iç savaşa sürüklenirken Türk
milliyetçileri sola karşı ülkücülük adı altında savaşmışlar, bütün solu
karşılarına alırken, merkez solda yer alan Atatürk’ün partisi ile Atatürkçü
kesimleri de karşılarına almışlardır. Türkiye’yi her on yılda bir askeri
yönetimlere sürükleyen anarşi ve terör dönemlerinde Atatürkçü ve milliyetçiler
karşı kamplarda yer almışlar ve emperyal kışkırtmalarla birbirleriyle savaşmak
zorunda kalmışlardır. Bu durum Türk devletinin içerden parçalanmasına giden
yolu açmıştır. Devleti kuran ve koruması gereken bu iki çizginin birbirine
karşı bir noktaya gelmeleri, Türk devletinin yıkılmasına giden yolun başlangıcı
olmuştur. Kargaşa ortamında Atatürkçüler ile milliyetçiler karşı karşıya
gelirken, atı alan emperyalizm Üsküdar’ı geçmiştir. Türk devletinin iki sağlam
unsuru birbiriyle çekişme noktasına geldiğinde, emperyalizm Türkiye’yi içerden
ele geçirme şansını elde edebilmiştir.
SSCB’nin dağılmasından sonra komünizm tehlikesi ortadan
kalkınca gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu ortaya çıkmıştır. Milliyetçiler
ülkücülük akımı çerçevesinde sol düşmanlığı yaparken emperyalizm karşıtlığını
unutmuşlardı. En büyük emperyalist olan Avrupa ve Amerika’ya karşı değil ama
sola ve SSCB’ye karşı mücadele ediyorlardı. Atatürkçüler ise Atatürk’ün ulusal
sol anlayışı çerçevesinde daha dengeli hareket ediyorlar ama onlar da Avrupa
süreci içerisinde milliyetçilikten uzaklaşarak batıcılığa kayıyorlardı. İki
kutuplu dünya çöküp küreselleşme dönemine geçilince, tek ortak tehlikenin
emperyalizm olduğu kesinlik kazanmıştır. İşte bu aşamada bütün dünyadaki milli
devletlerle beraber bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı noktaya
gelerek gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu konusunda düşünce birliğine
varılmıştır. Finanskapital’in öncülüğünde bir küresel sermaye imparatorluğu
isteyen patronlar kulübü sosyalist sistemden sonra ulus devletleri de tasfiye
etmek isteyince, dünyanın her köşesinde yer alan ulus devletler kendilerini
korumaya başlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de ulusal refleksleri ile
kendilerini koruma noktasına gelince milliyetçi parti ile Atatürkçü gelenekten
gelen bir başka parti Türkiye’de koalisyon yapabilmişlerdir.
Bugünkü aşamada, küreselleşmenin on beşinci yılı tamamlanırken
AB sürecinde Türk Devletinin yarısı tasfiye edilmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da
yer alan Türkiye Cumhuriyeti artık merkezi bir devlet olmaktan çıkarılmakta,
ulusal sınırlar içinde Türk ulusu olarak yaşayan Türk halkı Kopenhag kriterleri
ile hızla alt kimlikli bir yapıya dönüştürülmek istenmektedir. Ulusal kurtuluş
savaşı vererek tarih sahnesine çıkan Türk milleti ile birlikte Türk devleti de
bu coğrafyadan silinmek istenmektedir. Yeniden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
yıllarındaki duruma dönülmüştür. Bu aşamada, imparatorluktan ulus devlete
gidişi sağlayan ve ulusal kurtuluş savaşını beraberce vererek milli bir devlet
kuran Atatürkçülerle milliyetçilerin, çatısı altında yaşadıkları milli
devletlerini korumak ve ayakta tutabilmek için bir araya gelmeleri
zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Henüz yürürlükte olan TC Anayasasında
belirtildiği gibi devletimizin temel özelliği olan Atatürk milliyetçiliği
anlayışı çerçevesinde bir an önce Atatürkçülerle milliyetçilerin bir araya
gelmeleri gerekmektedir. Bu coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’nin başka türlü
yaşama şansı kalmamıştır. Atatürk’ün partisi ile milliyetçi parti anayasadaki
Atatürk milliyetçiliği ilkesinde bir araya gelerek Türkiye Cumhuriyeti
devletini onararak ve bu bölgedeki emperyalist planlara karşı koruyacak bir
milli koalisyonu bu yıl içinde yapılacak genel seçimlerde Türk milletinin önüne
ulusal bir alternatif olarak koymaları gerekmektedir. Türk milletinin bu iki
büyük partiyi Türkiye’nin geleceği için ortak hareket etmeye zorlamasında
ulusal çıkarlar açısından yaşamsal önem vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder