25 Mart 2019 Pazartesi

NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" (Ankara, 25 Mart 2019) - İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO,

NATO, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 25 Mart 2019

Soğuk savaş döneminin güvenlik örgütü olan NATO, Türkiye’deki sivil örgütlenmesi açısından tartışılırken, Romanya’nın başkenti Bükreş’te son zirve toplantısı yapıldı. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi, her siyasal dönemin örgütlenmesi ya da devlet modelleri zaman içerisinde eskimekte ve içine girilen yeni dönemlerde bu gibi yapılanmaların varlığı ya da devam edip etmemesi tartışma konusu olmaktadır. 21. yüzyılın başında artık NATO için de benzeri bir değerlendirme dönemi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO, yarım yüzyılı geride bırakan bir tarihe sahip olan bir uluslararası kuruluş olarak, bugünün dünyasında ne gibi bir yere sahip olacağını bilememekte, kurucu patron olan ABD’nin güdümünde bazı kesimlerin özel çıkarları doğrultusunda yönlendirilerek yeni bir tür emperyalizmin koruyucu ya da bekçisi konumundaki güvenlik örgütü durumuna doğru sürüklenmektedir.

Asıl hedefi, komünizm tehdidine karşı Batı İttifakı içinde yer alan Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini bir araya getirmek olan NATO, dünya tarihine İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan Kuzey Atlantik inisiyatifi doğrultusunda girmiş ve kimlik kazanmış bir uluslararası güvenlik örgütlenmesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’nın önderliğinde bütün Kuzey Yarımküre’yi ve Doğu Asya ülkelerini kapsayan Sovyetler Birliği’nin dünyaya sosyalist sistemi yaymasını önlemek üzere kapitalist sisteme sahip olan Batılı ülkeler “hür dünya” görünümü altında NATO örgütlenmesi içinde yer almışlar ve uluslararası geliştirilen savunma projeleri ile süreç içerisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan illerini talep etmesi üzerine, Türk devleti de Batı savunma sistemi içerisinde yer almaya karar vermiş, bu doğrultuda komünist yayılmacılığa karşı Kore Savaşı’nda hür dünyanın askerî güçleri içinde Türk askeri de savaşarak, Türkiye NATO ittifakı içinde yer almaya giden yolda önemli bir adım atılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye’de demokrasiye geçilmesiyle beraber ABD Ortadoğu’ya gelmiş, İsrail’in kurulmasıyla da NATO savunma örgütü Türkiye’de yerleşerek, dünyanın merkezî bölgesinde, Sovyet Bloku’nun hegemonya kurmasını önlemiştir. Türkiye’nin merkezî coğrafyadaki jeopolitik konumu, başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler açısından önem taşıdığından, NATO Türkiye’ye tam olarak girmiş, askerî yapılanmanın yanı sıra, sivil kadrolarla da NATO’nun Türk siyasetinde yer aldığı görülmüştür. Bir Batı savunma ittifakı olan NATO Türkiye’ye yerleşirken, dünyanın merkezî alanında Batı hegemonyasını sürekli kılmak ve Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere ulaşmasını önleyerek, Batılı kapitalist sistemi bütün dünyaya yaymayı hedefliyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında NATO üzerinde ABD ve Batı İttifakı’nın bu politikasının sancılarını Türkiye fazlasıyla çekmiş ve bu yüzden zaman zaman iç karışıklıklar yaşayarak askerî dönemlere sürüklenmiştir. Batı ve ABD hegemonyası doğrultusunda NATO kaynaklı askerî müdahaleler Türkiye’nin siyaset sahnesinde Demoklesin Kılıcı gibi baskı unsuru olmuştur.

NATO gibi güçlü bir siyasal ve askerî örgütlenme sayesinde ABD’nin öncülüğündeki Batı İttifakı soğuk savaşı kazanmış, izlenen politikalar sayesinde bir tek kurşun atılmadan sosyalist sistem tasfiye edilmiştir. Böylesine önemli bir değişim süreci içerisinde, dünyanın merkezindeki ülke olarak Türkiye önemli olaylar ile karşılaşmış, Türk devletinin bu dönüşüm süreci içerisinde kendi inisiyatifini kullanarak ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmesine ne yazıktır ki ABD, NATO yapılanmasını kullanarak, izin vermemiştir. Soğuk savaş dönemi sona ererken ve bütün dünya küreselleşme dönemine doğru sürüklenirken, bütün dünya devletleri değişimi kavrayarak buna uyum sağlamaya çalışırken, ABD ve Batı dünyası NATO üzerinden Türkiye’yi eski soğuk savaş koşullanmaları doğrultusunda ellerinde tutmaya gayret etmişler ve bu doğrultuda NATO’nun Türkiye’deki sivil kadrolarını kullanarak, Türk siyasetini yönlendirmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında başta Almanya ve İtalya olmak üzere bütün NATO üyesi Avrupa ülkeleri bu askerî örgütün gizli sivil yapılanmalarını tartışma alanına getirerek tasfiye etmişler, ama böylesine bir adımın atılmasına ABD kendisine bağlı kadrolarla Türkiye’de izin vermemiştir. Avrupa ülkelerinde yirmi yıl önce yapılan bu tür tartışmalar ve yenilenme girişimlerinin Türkiye’de NATO aracılığı ile engellenerek, tam da ABD’nin İran üzerinden bütün Avrasya kıtasına yönelik bir askerî harekâta kalkışması aşamasında gündeme getirilmesi son derece ilginç bir durumu yansıtmakta ve böylece Türkiye’nin Avrupa dışında ele alındığını bir kez daha kanıtlamaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye sırf güvenlik nedeniyle NATO’ya üye yapılmış ve şimdi de ABD ile beraber Batı İttifakı’nın çıkarları doğrultusunda bir cephe ülkesine dönüştürülmek istenmektedir. Batılı ülkeler kendi güvenlikleri için Türkiye’yi kullanmalarına rağmen, ortak ittifak içinde yer aldıkları Türkiye’nin cephe ülkesi konumuna sürüklenmesine seyirci kalmışlar ve kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği için kendilerini yükümlülük altına sokmamışlardır. Böylesine çifte standartlı bir durum da NATO örgütünün konumunu küreselleşme sürecinde Türk kamuoyunda tartışılır bir duruma getirmiştir. Bir güvenlik örgütü olan NATO, küreselleşme döneminde artık Türkiye için güvensizlik üreten bir konuma gelmiştir. Değişen koşullarda yeni bir değerlendirme yapılmaması, bu durumun nedeni olmuştur.

1949 yılında Washington Antlaşması ile devreye giren NATO örgütü, Türkiye ve Yunanistan’ın katılmalarıyla, bir Batı İttifakı kuruluşu olarak soğuk savaş döneminde yoluna devam etti. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız kalan bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle, Varşova Paktı’na üye olan sosyalist devletler de kendi içlerinde bir dönüşümü gerçekleştirdikten sonra NATO’ya üye olmaya başladırlar. Sovyetler Birliği bir Rusya merkezli bölgesel ittifak olarak dağılırken, Fransa ve Almanya’nın öncülüğünde oluşturulan Avrupa Topluluğu da daha sonra bir kıtasal birliğe yönelmiş ve bu aşamadan sonra Avrupa Birliği doğuya doğru genişlerken, eski sosyalist Doğu Bloku ülkelerini Birliğe üye yapmaya başlamıştır. Almanya-Fransa işbirliğine dayanan bu kıtasal örgütlenmenin ABD hegemonyasını tehdit ettiğini gören Amerikan devleti de, bu kez Avrupa Birliği’nden önce davranarak, Çek Cumhuriyeti’nin başkenti olan Prag’da yapılan NATO zirvesi ile Doğu Avrupa ülkelerini öncelikle NATO ittifakı içine aldırmıştır. Böylece Avrupa ve Amerika arasındaki hegemonya çekişmesi, NATO ile beraber Avrupa Birliği’nin doğuya doğru genişlemesi sürecinde tırmanma göstermiş, bu yarış küreselleşme aşamasında Batı İttifakı’nın kendi içinde yeni çekişmelere neden olmuş ve Türkiye bu aşamada Avrupa ile Amerika arasında sıkışıp kalmıştır.

Yeni dönemde Rusya’nın D-8 ülkeleri arasına yer almasını sağlayan ABD, Rusya ile ilişkilerini geliştirirken, kendisine karşı direnen Avrupalı büyük ülkelere karşı yeni bir denge kurarak NATO üzerinden doğuya doğru açılma siyasetini sürdürmüştür. Rusya kapitalist sistem ile dünyaya açılırken, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO içerisinde yer almalarına ses çıkarmamış hızla, kapitalist sistem içerisinde Batılı ülkelerle rekabet edebilecek güçlü bir konuma gelebilmeye öncelik vermiştir. Rusya’nın bu durumundan yararlanan ABD, Avrupa Birliği’nin doğuya doğru ilerlemesinin önünü kesebilmek uğruna, Doğu Avrupa ülkeleri içinde NATO üzerinden örgütlenmiş ve Avrupa Birliği’nin yeni dönemde kendisine karşı bir inisiyatifi bu bölgede geliştirmesinin önünü kesmiştir. Böylesine bir politikada, Avrupa Birliği’ne tam üye olamayan Türkiye’nin sıkışık durumundan da ABD fazlasıyla yararlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yerine kendisine rakip bir karşı kutbu Avrupa Birliği’nin oluşturmasına izin vermek istemeyen ABD’nin, NATO örgütü aracılığı ile kendisine bağlı bazı gizli örgütlenmelerle, dünya dengelerinde kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları İttifak’a üye olan ülkeler üzerinde baskı unsuru olarak kullandığı görülmüştür. ABD’nin bu gizli politikalarından en fazla zarar görün ülkelerden birisi Türkiye olmuş, NATO örgütü aracılığı ile yürütülen baskı politikaları sonunda ABD’nin çıkarları ve istekleri doğrultusunda üye ülkelerin yönlendirilmeleri gerçekleşmiştir. Askerî örgütlenmenin yanı sıra geliştirilen sivil ve gizli yapılanmalar ABD emperyalizminin NATO’yu istediği gibi kullanmasını sağlamıştır.

Küreselleşme döneminde, soğuk savaş döneminin savunma örgütü olan NATO’nun bu kez bir savunma örgütü olmaktan çıkarak hegemonya kuruluşuna dönüştüğü görülmektedir. ABD’li yetkililer her ne kadar bu durumu gözlerden kaçırmak isteseler de, Avrupa ülkelerinde başlayan NATO tartışmalarının ABD ile Avrupa Birliği arasında yeni gerginlik unsurlarını oluşturduğu görülmüştür. Türkiye’de NATO üzerinden istediği gibi at koşturan ABD’nin böylesine bir hareket serbestliğine Avrupa ülkeleri içinde sahip olmaması, NATO içindeki tartışmaları artırmış, İttifak’a yeni üye olan Doğu Avrupa ülkelerinin konumu üzerinde ABD ve Avrupa Birliği arasında çok ciddî gerginlikler yaşanmıştır. Böylesine bir aşamada, Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye’nin konumundan ABD fazlasıyla yararlanmış ve Türkiye’nin içindeki varlığını Avrupa Birliği’ne karşı her fırsatta kullanmıştır. Doğuya doğru yayılma ve genişleme politikası doğrultusunda Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri yeni bir rekabet yarışına kalkarken, NATO örgütlenmesi, ABD’nin üstünlüğü olmuştur. ABD NATO’ya giren her ülkeye girerek, NATO örgütlenmesi görünümünde kendisi için gerekli olan her türlü yerleşmeyi tamamlamış ve bu ülkeleri birer Amerikan uydusu ya da denizaşırı eyaleti konumuna getirmiştir. Avrupa’nın eski emperyalist ülkelerine karşı sürdürülen bu ABD hegemonyası NATO içinde yeni tartışmalara neden olurken, yarım yüzyıllık bir ortaklıktan sonra Avrupa ülkeleri NATO’dan çıkarak bir Avrupa savunma kuruluşu oluşturma planını devreye sokmuşlardır. Ortaçağ sonrasında dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupalı emperyalist ülkeler bir türlü ABD emperyalizminin uzantısı ya da bekçisi konumunu NATO içinde kabul edememişlerdir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, NATO’nun bir ABD örgütlenmesine dönüşmesi üzerine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki dönemde eğer NATO ABD hegemonyasının bütün dünyaya yayılmasının örgütlenmesine dönüşürse, Avrupalıların kendi savunma örgütlerini kurmak üzere NATO’dan ayrılma yoluna gidecekleri anlaşılmaktadır. ABD bu görüş ayrılığını gizlemek üzere ne kadar çaba sarf ederse etsin, Avrupa’nın önde gelen eski emperyalist ülkeleri bir ABD emperyalizminin parçası olmayı reddederek, NATO’ya karış yeni bir güvenlik örgütünü Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde orta çıkarmaya hazırlanmaktadırlar. Küreselleşmenin bir ABD merkezli hegemonya düzenine dönüşmesini Avrupa Birliği’nin öncüsü olan ülkelerin kesinlikle kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. NATO içindeki bu gerginliği ABD, yeni üye olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkelerini yanına çekerek aşmak istemektedir. Ne var ki, dünyayı beş yüz yıl emperyalist bir düzen içerisinde yönetmiş olan Avrupa’nın büyük ülkelerinin böylesine bir ABD hegemonyasına alet olmayacakları şimdiden belli olmuştur. ABD bu durumu aşabilmek için birçok girişimi gündeme getirmesine rağmen istediği sonucu alamadığı için, Batı İttifakı içindeki anlaşmazlık bugün de devam etmektedir.

Irak Savaşı sırasında ABD Başkanı Bush, “eski Avrupa’yı tanımadığını ve kıtanın doğu ülkelerinden meydana gelen genç Avrupa’yı hedef aldığını” söyleyerek aslında, Avrupa’nın batısında kendisine karşı ortaya çıkan direnmeyi aşabilmek üzere NATO’nun genç üyesi olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkeleriyle beraber hareket etmeyi sürdüreceğini açıkça ifâde etmiştir. Bu doğrultuda NATO’ya üye olan Balkan ülkelerinde ABD, NATO ittifakının ötesine giderek, kendisi için özel askerî yapılanmalar yönelmiş ve gelecekte muhtemel bir yeni Balkan Savaşı ya da Avrasya harekâtını düşünerek, bir daha çıkmamak üzere bu ülkelere girmiştir. ABD’nin bu ikili tutumu Avrupa ülkelerinde ciddî tepkiler yaratmış ama bu ABD emperyalizminin yayılmasını dizginleyememiştir. ABD, Avrupa ile ihtilaflarını dünya kamuoyundan gizlemeye çalışırken Rusya ile geliştirdiği ilişkilerini öne çıkarmak istemiş ve bu durumdan yararlanarak Avrupa ülkelerinin direnişini kırmak için uğraşmıştır. Türkiye’nin Avrupa’nın dışında kalan konumundan fazlasıyla yararlanan ABD, D-8 örgütlenmesi içinde Rusya ile başlattığı ilişkileri daha da geliştirerek Rusya yakınlaşmasını Avrupa Birliği üzerinde bir yeni baskı unsuru olarak kullanabilmenin arayışı içinde olmuştur. Bir süre için bunu başaran ABD, daha sonra Rusya ile belirli konularda karşı karşıya gelince gene Avrupa’nın eleştirilerine karşı yalnız kalmıştır.

Avrupa Birliği üzerinde, Rusya’yı bir baskı unsuru olarak kullanmak isteyen ABD, Rusya Federasyonu’nun NATO içinde gözlemci statüsü ile yer almasının önünü açmış ve NATO ile Rusya arasında bir Barış İçin Ortaklık sözleşmesinin imzalanmasını gerçekleştirmiştir. Eski Varşova Paktı üyesi ülkeleri de bir bütün olarak kapsayan Barış İçin Ortaklık, ABD’nin NATO üzerinden doğuya doğru yayılması sırasında Rusya’nın engel olmamasını sağlamak üzere düşünülmüş bir çözüm olmuştur. Ne var ki, zaman içerisinde ABD’nin gerçek emperyalist emellerinin açığa çıkması üzerine, bu barışçı girişim de devre dışı kalmıştır. NATO, yeni üyelerle doğuya doğru ABD emperyalizminin yayılışı doğrultusunda geliştikçe, Amerikalılar için barış ortaklığı anlamını yitirmiştir. Rusya’da bunun üzerine, Avrupa ülkelerinde yapılan güvenlik zirvelerinde Amerika’ya karış meydan okumaya başlamıştır. Özellikle Almanya, yeni dönemde ABD yayılmacılığına karşı Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ABD’nin emperyalist baskılarına karşı eskiden olduğu gibi bir Prusya-Rusya dayanışmasına giderek gelecekte kuzeyde yeni bir birlik oluşturacak düzeyde gündeme gelmeye başlamıştır. Rusya ile Almanya’nın dünya güvenliği için bir denge oluşturmak üzere yakınlaşmaya başlaması üzerine ABD ve İsrail, Sarkozy gibi kendilerine yakın bir politikacının Fransa’nın başına gelmesini sağlayarak, Avrupa Birliği’ni ortadan ikiye bölmüşlerdir. Avrupa Birliği’ni fiilen ortadan kalktığı yeni aşamada, dünya yeniden Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin koşullarına geri dönmüştür. Bu yeni dönemde NATO’nun konumu daha fazla tartışma konusu olmaktadır.

Yirmi yıllık bir küreselleşme denemesinden sonra, dünya soğuk savaştan sıcak savaşa doğru gitmektedir. Özellikle Amerika’nın, Irak ve Afganistan’da sıcak çatışmalara girmesi ve bunu Ortadoğu’da İsrail ile, Avrasya’da da küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda zorlaması, bütün Avrupa ülkeleri ile beraber doğunun ve Asya’nın önde gelen devletlerini de rahatsız etmektedir. Yeni dönemde ABD, İran’a yönelik bir savaşı bölgeye zorlaması nedeniyle başta Türkiye olmak üzere bütün Avrasya ülkeleri cephe ülkesi olmaya doğru sürüklenmektedirler. ABD böylesine hegemonya savaşı planlarında NATO’yu kullanabilmek üzere yeni bir strateji geliştirmiş ve “terörle mücadele” kavramını öne çıkararak kendisine karşı çıkan diğer Batılı ülkeleri ortak düşmana karşı kendi inisiyatifi altında birleştirebilmenin yollarını aramıştır. Özellikle Taliban ve El-Kaide gibi terör örgütleri böylesine bir ortak hedef yaratarak, ABD’nin terörle mücadele politikasının öne çıkmasını kolaylaştırmışlardır. ABD terörü kullanarak Batı İttifakı’nı yanında tutabilmenin çabası içinde olmuş ve bu doğrultuda NATO toplantıları düzenleyerek dışa karşı ortaklığın devam ettiği izlenimi vermeye çalışmıştır. 11 Eylül olayları bu doğrultuda kullanılarak dünya medyası aracılığı ile ABD’nin hegemonya politikasına elverişli bir ortam yaratılmak istenmiştir.

Yeni dönemde, Varşova Paktı’ndan vazgeçen Rusya, ABD’nin saldırgan emperyalist tutumundan fazlasıyla rahatsız olmuş ve yeni dönemde dünya dengelerinin oluşturulabilmesi amacıyla bu kez, Çin ile bir araya gelerek Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmuştur. ABD’nin Irak ve Afganistan saldırıları üzerine Şanghay İşbirliği Örgütü yavaş yavaş bir askerî yapılanmaya dönüşmüş ve kuruluşun son Kırgızistan zirvesinde büyük bir askerî tatbikat yapılmıştır. Irak ile dünyanın merkezine, Afganistan ile de Avrasya kıtasına saldıran ABD’nin bu tutumunu Avrupa ülkeleri benimsememiş ve NATO içerisinde ABD’ye sürekli olarak karşı çıkmışlardır. Batı’nın patronu olarak bir dünya egemenliği peşinde koşan ABD’ye Avrupalı ülkeler itiraz ederken, Avrupa Birliği’nin bir karşı denge yaratması mümkün olamamıştır. Bunun üzerine Rusya, Çin ile yakınlaşarak ve Orta Asya’daki yeni bağımsız olmuş Türk Cumhuriyetleri’ni de içine alarak Şanghay İşbirliği Örgütü ile ABD’ye karşı bir Doğu Savunma Paktı yaratabilmenin arayışı içinde olmuştur. Çin ve Rusya gibi çok büyük bir askerî güç olan Hindistan da İran ile beraber ABD saldırganlığına karşı, Asya’nın ve doğunun korunması sürecinde Şanghay İşbirliği Örgütü ile yakın işbirliği içine girmişlerdir. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki saldırganlığını Suriye ve İran gibi yeni ülkeler üzerinde sürdürmesini istemeyen Asya ve doğu ülkeleri, giderek Şanghay İşbirliği Örgütü etrafında yeni bir korunma mekanizması çatısı altında toplanmaya başlamışlardır. Çin ile Rusya’nın başını çektiği böylesine bir bütün güvenlik yapılanması, ABD saldırganlığı önünde çok büyük bir set yaratmış ve yavaş yavaş bütün dünya ülkeleri tarafından desteklenmeye başlamıştır.

Amerikan devletinin Evangelizm’in kıyamet senaryosuna, Siyonizm’in dünya hegemonyasına ve Yeni Muhafazakarların 11 Eylül benzeri çılgınlıklarına kilitlendiği bu aşamada, küreselleşmenin patronu konumundaki ABD petrol, silâh ve otomotiv tekelleri Amerika’yı Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru zorlamaktadır. Soğuk savaş döneminde Vietnam savaşını kaybeden ABD’de bunun intikamını İran üzerinden bütün Asya’da almak isteyen yeni bir çılgın dalganın öne geçtiği görülmektedir. Daha Irak bataklığından çıkamayan ABD Siyonizm’in merkez bölge egemenliği uğruna üç trilyon dolarlık bir ekonomik yıkıma mâruz kalmıştır. Bu yüzden Afganistan’da yeterince Çin’e karşı güç sağlayamayan ABD, hegemonya çılgınlıklarına NATO üzerinden bütün Batı ülkelerini de dâhil etmek istemekte ve Batı’nın temsilcisi olarak dünyanın doğusunu saldırırken, bir Doğu-Batı savaşında bütün Batılı ülkeleri NATO disiplini içerisinde kendi yanında tutmak için baskı yapmaktadır. Son Bükreş Zirvesi’nde Bush açıkça bütün NATO üyelerini yeni bir 11 Eylül olayı ile tehdit ederek, Batılı ülkeleri de bu belaya sokmak istemiştir. Başta Almanya olmak üzere, Fransa, İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeler bu ABD çılgınlığına karşı çıkmışlardır. NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde görülen durumun bir benzeri Bükreş’te ortaya çıkmıştır. Türkiye ABD baskısı ile bu zirvede pasif kalırken, Avrupa’nın büyük ülkeleri bir Üçüncü Dünya Savaşı çılgınlığına karşı çıkmışlar ve NATO’nun Ortadoğu’ya taşınarak Üçüncü Dünya Savaşı’nda ABD’yi kullanan güçlerin savaş oyuncağı olmasına izin vermemişlerdir.

Amerikan devlet kendisini Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyen altı lobinin baskısı altında yalnız kalmaktan kurtulabilmek üzere, işi NATO’ya havale ederek yükü paylaşmak istemektedir. Evangelistler ile Siyonistlerin, Yeni Muhafazakârlarla beraber Amerikan devletini ele geçirmeleri, petrol, silâh ve otomotiv şirketlerinin de savaşı körükleyen bir ekonomik politika içinde olmaları, Amerikan devletini Üçüncü Dünya Savaşı uğruna bir çöküşe sürüklemiştir. Dünyanın süper gücü olan Amerika bugün bir büyük ekonomik krize, savaş çılgınlıkları yüzünden mâruz kalmıştır. Aklı başında Amerikalılar, savaş isteklisi çılgın lobilerin elinden Amerikan devletini kurtarabilmenin mücadelesi içine girmişlerdir. ABD Başkanlık Seçimleri’nde bu durum fazlasıyla netlik kazanmıştır. ABD’yi çılgınlıklardan kurtaracak bir sağduyunun, devletin başına gelmesini isteyen aklı başındaki Amerikalılar Başkanlık Seçimleri’ne giderek ağırlıklarını koymaktadırlar. Seçimlerin sonucu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağını da belirleyecektir. Amerikan halkı böylesine bir bilinçle hareket etmeye başladığı için bütün dünya kamuoyu bu aşamada ABD Başkanlık Seçimleri’ne kilitlenmiş görünmektedir. ABD, çılgın lobilere karşı çıkabilecek aklı başında bir Başkan seçebilirse, dünya saldırgan politikalardan ve emperyalist işgallerden kurtularak yeni bir barış dönemine girebilecektir.

Dünyanın süper gücü konumunda olan Amerikan devletini bir savaş makinesine dönüştürmek isteyen çılgın lobilere karşı Amerikan halkı galip gelirse, ABD hegemonyası altındaki NATO örgütü de savaş senaryolarına alet olmaktan kurtulabilecektir. Bu aşamada Amerikan halkına ve devletine önemli görevler düşmekte, ABD’yi ve bütün dünyayı ciddî bir çöküşe sürükleyecek her türlü savaş senaryosuna karşı direnmeleri gerekmektedir. Savaş makinesinin çılgınların eline geçmemesi için Amerikan halkı ve devleti işbirliği yapmalı ve Başkanlık seçimlerinden savaş senaryolarına karış çıkacak bir adayın zaferle çıkmasını sağlamalıdırlar. Amerika bunu başarabilirse yirmi birinci yüzyılda da üstünlüğünü koruyabilir, aksi takdirde savaş senaryolarına alet olacak bir Amerika Avrasya çöllerinde ve dağlarında dağılıp gidecektir. Irak’ta ortaya çıkan üç trilyonluk borç stokunun en az on misli Avrasya macerasında ABD’nin başına bela olacaktır. Avrasya’da hegemonya kurabilmenin ardından koşan ABD yönetimi, arka bahçesi olan Latin ülkelerindeki etkisini yitirdiğini görerek kendine gelmelidir. Arka bahçesini kontrol edemeyen dünyaya egemen olamaz. Irak’tan çıkamayan İran’a saldıramaz, Afganistan’da zorlanan Hazar ya da Sibirya bölgelerine giremez, ABD bunları tek başına aşamayacağını bildiği için NATO’yu da kendisini savaşa zorlayan oyunlara alet etmek istemekte, savaşı bir Doğu-Batı çekişmesine dönüştürmek istemektedir.

Amerika’nın dünya egemenliği planına göre NATO merkezinin Brüksel’den Türkiye’ye taşınması düşünülmektedir. Hatta kamuoyundaki söylentilere göre tıpkı Merkez Bankası’na İstanbul Ataşehir’de yeni bir yer hazırlanması gibi NATO için de İzmir’in Balçova bölgesinde yeni bir yerleşim merkezinin hazırlandığı söylenmektedir. ABD’nin Avrasya savaşı sürecinde Ankara’nın devlet olarak devre dışı kalması, ekonominin İstanbul üzerinden savaşın da İzmir üzerinden Batı’nın denetimi altında yönlendirilmesinin planlandığı Türk kamuoyunda artık açıkça tartışılmaktadır. Konya ovasının üç kıtaya yönelebilecek bir savaş senaryosunda merkez askerî alana dönüştürülmesinin düşünüldüğü basına yansımıştır. Bütünüyle Anadolu’yu hem bir cephe ülkesine hem de emperyalizmin dünya hegemonyasının kalesine dönüştürecek böylesine bir çılgınlığa ne Batılı ülkeler ne Doğulu ülkeler ne de Türkiye “evet” demeyecektir. Ne var ki, savaş isteyen lobilerin bütün dünyayı bir maceraya sürükleyecek böylesine planları zorlamaları doğrultusunda ciddî bir güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. NATO’nun böylesine bir dönemde güvenlik örgütü olmaktan çıkartılarak hegemonya ve saldırı kuruluşuna dönüştürülmesi bütün NATO ülkelerini tehdit altına sürükleyecektir. Bunu çok iyi bilen Batı’nın büyük ülkelerinin ABD zorlamalarına Bükreş Zirvesi’nde karşı çıkmaya devam ettikleri görülmüştür. ABD bu olumsuz duruma karşı yeni üye olan küçük devletlerle beraber ortak bir eylem planı geliştirmek durumunda kalmıştır.

Bükreş Zirvesi’nde, NATO’nun Balkanlar’daki örgütlenmesinin tamamlanması doğrultusunda, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın üyeliği kabul edilmiş ama Yunanistan’ın itirazı nedeniyle Makedonya’nın üyelik kararı alınamamıştır. Yunanistan Güney Makedonya’nın kendi sınırları içinde bulunması nedeniyle bir türlü Kuzey Makedonya’nın bağımsız devlet olmasını kabul etmemektedir. Bu nedenle Makedonya Balkanlar’da ortada kalmıştır. Ayrıca, doğuya doğru genişleme politikaları doğrultusunda Ukrayna ile Gürcistan’ın üyeliği de tartışma konusu olmuş ve eski Sovyetler Birliği’nin eyaleti olan bu iki ülkenin NATO üyesi olmasına Rusya karşı çıktığı için Ukrayna ve Gürcistan NATO üyesi olamamışlardır. Yeni bir Slav Birliği peşinde koşan Rusya Federasyonu bu doğrultuda Sırbistan ve Beyaz Rusya ile beraber Ukrayna’yı da böylesine bir birliğe dahil etmek istemekte ama batının itirazı ile karşılaşmaktadır. Sorus fonları ile desteklenen turuncu devrimler Gürcistan ve Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşmalarını sağlayamamışlardır. Rusya Kiev’in doğusunda yaşayan yirmi beş milyonluk Rus nüfusa dayanarak Ukrayna’nın geleceğinde hak iddia etmekte ve gerekirse, Doğu Ukrayna’yı Rusya Federasyonu içine almayı düşünmektedir. Rusya’nın benzeri bir planı Kuzey Kazakistan için de söz konusudur. Böylece, Rusya yeni dönemde Panslavizm politikası doğrultusunda Doğu Ukrayna ile Kuzey Kazakistan’ı sınırları içine almaya hazırlanmaktadır. Ayrıca, Panortodoksizm doğrultusunda, Rusya Gürcistan ile Ermenistan gibi iki küçük Hıristiyan Kafkas ülkesinin geleceği ile de yakından ilgilenmektedir. Bu doğrultuda Gürcistan’ın NATO içinde yer almasını Rusya kendi güvenliği açısından kabul etmemektedir. Gürcü Devlet Başkanı’nın ABD vatandaşı olması, Turuncu Devrim ile desteklenmesi de bu küçük Hazar ülkesinin NATO’ya üye olmasını sağlayamamıştır. ABD’nin Gürcistan üzerinden NATO’yu Kafkaslar’a sokmak istemesi, Hazar bölgesinde yeni üsler kurarak İran ile beraber Çin ve Rusya’ya karşı bir askerî yapılanmayı sürdürme planlarına Rusya bölgenin eski patronu olarak karşı çıkmıştır. Bu yeni aşamada artık Rusya ile oluşturulan Barış İçin Ortaklık anlaşmasının da geride kaldığı görülmektedir. Petrol şirketlerinin Hazar’a girmek istemesi ABD’yi Gürcistan üzerinde yoğunlaşmaya yönlendirmekte ve Rusya’yı da karşı önlemlere sürüklemektedir. Rusya’nın ABD’ye karşı direnişinde NATO üyesi olan Avrupa ülkelerinin desteği olduğu görülmektedir. Bölge dışı emperyal güç olan ABD’nin Hazar’a girmesini istemeyen Avrupalı ülkeler Rusya ile yeni bir enerji ortaklığına girerek Hazar havzasından daha fazla pay alabilmenin arayışı içindedirler. ABD gibi on bin kilometre öteden gelerek savaşmadan, Rusya ile kurulan ittifaklar sayesinde Avrupa ülkelerinin gelecekteki enerji sorununu barış içinde çözebilmenin çabası içinde oldukları görülmektedir. Avrupa’nın barıştan yana tutumu Çin ve Rusya da desteklemektedir.

NATO’nun Füze Kalkanı Sistemi, Rusya, İran, Çin, İslâm dünyası ve bütün doğu ülkelerini hedef alan bir Üçüncü Dünya Savaşı hazırlığıdır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yerleştirilmek istenen füze kalkanları bir Prusya-Rusya ittifakını önleme çalışırken, gelecekte Hazar ve Sibirya havzalarını ele geçirecek derece geliştirilen emperyalist saldırı planın ön aşamasıdır. Bu sistem tam olarak kurulursa Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak bütünüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın cephe ülkesi konumuna gelecektir. Bu durumda bütün Doğu ülkeleri Türkiye’yi hedef alan savunma sistemlerine yönelecek ve Türk ulusunun üzerinde yaşadığı topraklara karşı ateş menzilleri oluşturabileceklerdir. Yeni NATO Ortadoğu’ya gelirken bir Avrasya savaşına yönelmekte ve geleceğin kutup merkezlerini tehdit etmektedir. Ve geleceğin kutup merkezi olabilecek Rusya, Çin ve Hindistan’ı doğrudan tehdit etmektedir. Böylesine bir durum da NATO’nun artık ABD’nin tekelinden çıkartılması gerektiğini ve Birleşmiş Milletler’e devredilerek dünya ordusuna dönüştürülmesinin zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Avrupa ve ABD’nin yollarının ayrıldığı bir aşamada NATO artık Batı savunma sistemi olmaktan çıkmış Atlantik emperyalizminin Truva Atı konumuna gelmiştir Üçüncü Dünya Savaşına giden yolda dünya barışının korunması için artık NATO’nun BM’nin denetimi altına alınması zorunludur.

Bir Üçüncü Dünya Savaşı ardında koşan altı büyük lobiye Amerikan devletinin teslim olması, NATO’yu gelecekte bu savaşın saldırı örgütü konumuna getirebilecektir. Böylesine bir durum dünya barışına zarar vereceği gibi, güvenlik için oluşturulan bir kuruluşun savaş aracına dönüşmesine yol açacaktır. Güvenlik örgütlerinin saldırı kuruluşlarına dönüşmesi, dünya aklının kaybedilmesine neden olacak yirmi yüz yıllık uygarlık birikiminin ürünü olan bugünkü dünya düzeni çökecektir. İsa’nın dönmesi için kıyamet bekleyenlerin ekmeğine yağ sürülecektir. Böylesine bir durumun acilen önlenmesi gerekmektedir. Tek başına dünya devletlerinin gücünün yetmediği noktada, dünya uygarlığının merkezi olan Birleşmiş Milletler örgütünün göreve davet edilmesi gerekmektedir. İki büyük dünya savaşı sonrasında evrensel barışı kurmak ve bunu geleceğe dönük kurumlaştırmak üzere oluşturulan Birleşmiş Milletler’in hem Genel Kurulu ile hem de Güvenlik Konseyi ile duruma el koyması gerekmektedir. Barıştan yana olan bütün güçler ve dünya devletleri Birleşmiş Milletler çatısı toplanmalı ve bu uluslararası örgütün alacağı kararlar doğrultusunda savaşa giden yolun önü kesilmelidir. Güvenlik konseyinde üye olan Çin ve Rusya, Almanya ve Fransa ile beraber hareket ederek, İngiltere’yi de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler üyesi olan bütün dünya ülkelerini bir barış platformunda bir araya getirmelidirler.

ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda bir savaş makinesi olarak kullanan lobilere karşı, NATO üyesi ülkeler bir araya gelerek, NATO’nun bir güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletler’e bağlanmasını karar altına almalıdırlar. NATO erişmiş olduğu büyük askerî güç ile Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmeli ve Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul’un kararları doğrultusunda hareket etmelidir. Ancak o zaman Amerikan devletini işgal etmiş olan savaş lobilerinin senaryolarına alet olmaktan kurtarabilecektir. Birleşmiş Milletler’in barış güçleri dünya barışı için yetersiz kalmaktadırlar ama NATO gibi güçlü bir güvenlik örgütü Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşürse o zaman dünyanın neresinde bir devlet savaş çıkarırsa insanlık ve dünya barışı adına Birleşmiş Milletler kararı ile bir dünya ordusu olarak NATO duruma müdahale edecektir. Yeni dönemde NATO adı artık geride bırakılmalı, Birleşmiş Milletler Ordusu adı altında dünya barışına katkıda bulunmaya bir güvenlik örgütü olarak devam edilmelidir. Zirve toplantıları ile NATO’nun yönlendirilmesi artık mümkün olamamaktadır. Bu durum dikkate alınarak NATO artık Birleşmiş Milletler’e taşınmalı ve bu büyük evrensel örgütün ordusu olarak dünya barışına katkıda bulunmalıdır. Böylece Avrupa’nın ayrı bir ordu kurması ya da Şanghay İşbirliği Örgütü’nün bir askerî birliğe dönüşmesi de önlenecek, bütün kıtalar ve ülkeler dünya barışı için Birleşmiş Milletler ordusunun gücü altında evrensel barışa kavuşma şansını elde edebileceklerdir. Birleşmiş Milletler ordusu ile de güçlenecek ve o zaman Genel Kurul’un aldığı kararlara bütün devletler uymak zorunda kalacaklardır. Küresel savaşın yerini evrensel barışın alabilmesi için bir an önce NATO’nun Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmesi zorunlu görünmektedir. Bu doğrultuda NATO merkezi İzmir’e değil New York’a taşınmalıdır.

16 Mart 2019 Cumartesi

2050’Mİ?., YOKSA 2023’MÜ? Prof., Dr. Anıl ÇEÇEN “2050” (Adlı Kitabın yazarı; İsrail Devleti’nin Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından David Passig adında bir araştırmacı...) Ama kesinlikle 2050 uğruna 2023 vizyonundan ve milli program ve planlardan vazgeçilmeyecektir. 2050 mi yoksa 2023 mü sorusunun cevabı, Türkler açısından her zaman 2023 olacaktır.

2050’Mİ?., YOKSA 2023’MÜ?
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 16 Mart 2019

Türkiye’de son zamanlar da çok satan kitaplar arasında yer alan ve geleceğe yönelik tartışmalarda hareket noktası haline gelen adı; “2050” olan bir kitap var. Kitabın yazarı; İsrail Devleti’nin Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından David Passig adında bir araştırmacı. Türkiye’de şimdiye kadar batı ülkelerinden fazlasıyla kitap çevrilmiştir ama İsrail’den pek fazla kitabın dilimize kazandırıldığı söylenemez. Hem ismiyle hem de yazarının kimliği ile ülkemizde ilgi çeken bu kitap, özellikle bugün yaşanmakta olan tarihsel sürecin anlaşılabilmesi ve geleceğe yönelik olarak değerlendirilebilmesi açısından önem taşımaktadır. Korsan baskılarıyla sokak satıcılarına kadar yaygınlık kazanan bu kitabı epey bir Türk vatandaşının okuduğu görülmekte, ama bu çok okunan ve tartışmalara dayanak noktası olan yapıtın medya ve kamuoyuna yeterince yansıdığı görülmemektedir. Yazarın Türkiye’nin önde gelen televizyon kanallarından birisinde uzun bir program yapmasına rağmen, kitabın içinde ele alınan yaşamsal önemdeki konuların Türkiye ve Orta Doğu’nun yakın gelecekleri açısından değerlendirilmediği görülmektedir. Bu yazının amacı, böylesine bir boşluğun doldurulmasına ve hem bölgeyi hem de ülkemizi yakından ilgilendiren yaşamsal önemdeki konulara daha da açıklık kazandırarak, gelecekte ortaya çıkabilecek muhtemel çatışma ve çekişmelerin önlenebilmesine katkıda bulunmak ve bölgesel değişim döneminin barış içerisinde gerçekleşebilmesine yardımcı olabilmektir.

KİTABIN ASIL ÖNEMİ
Kitabın asıl önemi; bir İsrail vatandaşı olan jeopolitik alanında uzman bir bilim adamı tarafından kaleme alınmasıdır. Bu çerçevede, o ülkenin ve toplumun bakış açısını yansıtmakta ve devletin en üst kademesinde bir danışman olarak da İsrail Devletinin bölgedeki ve dünyadaki gelişmeler karşısındaki bakış açısını ortaya koymaktadır. Şimdiye kadar, Amerika Birleşik Devletleri ya daABD’deki Yahudi lobileri üzerinden İsrail devletinin politikaları ve uygulamaları anlaşılmağa çalışılmış ve bu doğrultuda daha çok ABD ya da Avrupa ülkelerinde yaşayan ya da görevli bulunan Yahudi asıllı uzman ya da bilim adamlarının yazdığı kitaplar ve makalelerden hareket ederek, İsrail olgusu anlaşılmağa çalışılmıştır. Bu doğrultuda geliştirilen yaklaşımlar zaman zaman gerçeklere uymuş bazen da ters düşmüştür. İsrail’in dış dünyaya karşı kapalı bir kutu konumunda bulunması, İsrail kaynaklı haber ya da yazıların birbirini tutmaması gibi durumlarda dünya ülkeleriyle beraber Türkiye’de Orta Doğu’daki gelişmeleri izlemekte ya da değerlendirmekte zorlanmış ve bu yüzden merkezi coğrafyada kalıcı barışa dönük girişimler sonuçsuz kalmıştır. Basın ve medya organları üzerinden yansıtılan haber ve yorumların taraflı olması nedeniyle, gerçekçi değerlendirmelere ulaşılamamış ve bu yüzden de bölgedeki terör ve savaş süreçlerinin önlerine geçilememiştir. Bu olumsuz durumdan kurtulabilmek için, bilim adamlarının ya da uzmanların hazırladığı raporlara ya da kitaplara daha çok gereksinme duyulmuştur. İşte David Passig’in “2050” adındaki kitabının bugünün koşullarındaböylesine bir boşluğu doldurduğu görülmekte ve İsrail politikalarının, siyasal empati yöntemleriyledaha yakından izlenebilmesine ya da anlaşılabilmesine önemli katkılar getirmektedir. Böylesine bir kitabın yayınlanmasından sonra, Orta Doğu’nun geleceği daha açık ve net olarak görülebilecek ve bu tablo içerisinde İsrail’indurumu ya da giderek değişmeler gösterenjeopolitik konumugerçekçi ve bilimselyöntemler kullanılarak netleştirilebilecektir. Bu kitapta ileri sürülen görüşler veokuyucuya aktarılan bilgiler ele alınmadan, Orta Doğu ya da İsrail’in geleceği ile ilgili kesin görüşlere varmak ya da değerlendirme yapmak çok zor olacaktır.
İSRAİL DEVLETİ’NİN YÜZÜNCÜ YILI
İsrail Devleti 1948 yılında kurulduğu için, 2048 yılında yüzüncü yılına ulaşabilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ise 1923 yılındakurulmuş olan bir merkezi devlet olarak2023 yılındayüzüncü yılına erişmiş olacaktır. David Passig2050 yılını kitabına başlık olarak alırken; vatandaşı olduğu devletin bir yüzyılı geri de bırakmasına önem verdiği anlaşılmaktadır. Orta Doğu tarihi açısından bu küçük devletin konumu ele alındığında.; kutsal ilan edilen bu topraklarda üçüncü kez bir Yahudi devletinin kurulmuş olduğu görülmekte ve bu yüzden Yahudiler açısından çok büyük zorluklarla mücadele edilerek üçüncü kez kurulmuş olan İsrail devletinin kalıcılığına öncelikle önem verildiği ve geleceğe ancak yüz yılı geride bırakmış bir İsrail Devleti ile bakabilecekleri anlaşılmaktadır. Tarihte Mezopotamya’dan gelen Babil Krallığı ve Avrupa’dan gelen Roma İmparatorluğu gibi iki büyük siyasal güç tarafından yıkılmış olan İsrail Devleti üçüncü kez kurulurken, kalıcı olmağa öncelik verdiği ve bu yüzden de bütün Orta Doğu bölgesinin İsrail merkezli olarak yeniden düzenlenmesine önem verdiği anlaşılmaktadır. Kurulduğundan bu yana sürekli olarak savaşan bu küçük devlet, ancak 2050 yılından sonra dünyaya kalıcı olarak bakabileceğini, kitabın yazarı ortaya koymaktadır. Yirmi birinci yüzyılın ortalarına kadar savaş sürecinin devam edebileceği ve bu arada 2020 yılın da İsrail., Suriye ve Türkiye, Rusya savaşlarının çıkabileceği, 2050 yılında ise birJaponya savaşının gündeme gelebileceğive Türkiye ile Japonya’nın, Asya’nın en batı ve en doğu ülkeleri olarak bir araya gelecekleri vebu doğrultuda geliştirecekleri yeni siyasal eksen sayesinde Çin, Rusya, Hindistan ve İran gibi büyük Asya ülkelerine karşı yeni bir denge düzeni kurabilecekleri öne sürülmektedir. Böylece, İsrail ve Orta Doğu bölgesiningelecekleri Asya kıtasındaki dengelere bağlanmakta ve bugünkü batı bloku ile İsrailarasındaki ilişki düzeninin geride kalabileceği ifade edilmektedir.
KİTABI ADI: 2050
2050 adındaki kitabın Türkiye’de yayınlanmasından sonra, bir Türk televizyonundaki programa katılan David Passig, açıkça Orta Doğu’nun geleceğinde Türkiye’nin İsrail’den daha fazla öneme sahip olduğunu söyleyerekTürk kamuoyunubir İsraillibilim adamı olarak yönlendirmeğe çalışmıştır. Soğuk savaş döneminde ABDdesteği ile kurulan İsrail yarım yüzyılı savaşarak geçirdikten sonrayeni dönemdekendisinin merkezinde yer alacağı bir Orta Doğu düzeninigene ABD desteği ile oluşturmağa çalışırken aslında, Türkiye’nin bölge ağırlıklı politikaları ile karşı karşıya gelmişvebatı bloku üzerinden geliştirilmiş olan Türkiye ve İsrail ittifakının, yeni dönemdeeskisi gibikolay olmayacağı, şimdiye kadar kamuoyundan gizlenmiş olançelişkiler ve çatışmaların yavaş yavaş suyun üzerine çıktığı bir aşamada, iyice buiki ülkenin karşı karşıya gelmemesi için İsrailli uzmanınTürk kamuoyunu yeniden kendi ülkesi açısından kazanabilme doğrultusunda, olumlu görünenyeni yaklaşımlarını sergilemeğe çalıştığı görülmüştür. David Passig, Türkiye’nin gelecekte çok büyüyeceğini veeskiOsmanlı hinterlandında etkisini artırdıktan sonra Ukrayna ve Kazakistan gibi iki büyük ülke ile yan yana gelerek Rusya, İran ve Çin üçgenine karşı yeni dengeler oluşturabileceğini ifade etmiştir. Son yıllarda birbiri ardı sıra gündeme gelenolumsuzsiyasal gelişmelerin dıştan sağlanan destekler ileTürkiye’yi bölünmeye doğru zorlaması, ayrıcadini cemaatlerin dışarıdan desteklenerek Türkiye’deki laik devlet düzeninin ortadan kaldırılmak istenmesi ve en önemlisi Türkiye’nin önce Irak sonra da Suriye ve İran gibi iki büyük komşusu ile batı bloku ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda savaşlara sürüklenmesi gibi olumsuz durumlar, Türkiye’de çok büyük olumsuz tepkilere neden olurken, Türk başbakanının açıkça İsrail’e Davos toplantısında“Oneminute“ tavrı geliştirmesi, Türk halkında yaşananlara tepki olarakgizlice gelişen “yeter artık“ duygusunun açığa çıkmasını sağlamıştır. David Passig’in kitabı sanki Türk başbakanının bu tepkisinin izlerini silmek ve Orta Doğu üzerinden İsrail merkezli politikaların Türkiye’yi zor durumlara sürükleyerek, Türklerdehızla gelişen ABD ve İsrail karşıtlığı gibi olumsuz bir imajı düzeltme girişimi olarakhazırlanmışgörünmektedir. Passig televizyon programında Türkleri yeniden kazanmağa çalışmış ve Türkiye’yiOrta Doğu bölgesinin gelecekteki yıldızı olarak ilan etmiştir.
ABD VE AB
Amerika Birleşik Devletlerinin gelecekte güç kaybederek zayıflayacağını, Avrupa Birliğinin ise bir kıtasal birlik oluşturamadan dağılacağını öne süren bu İsrailliuzman, Türkiye’yi geleceğin süper gücü olarak ilan etmişve özellikleOrta Doğu’da Rusya ve İran gibi iki büyük devlete karşı yeni dengeleri bir süper güç olarak Türkiye’nin kurabileceğini açıklamıştır. Osmanlı imparatorluğu sonrasında kurulmuş olan bütün Orta Doğu devletlerini ciddiye almayanve bunları geçici yapılanmalar olarak gören Passig, Türkiye Cumhuriyetini ise tamamentersi bir doğrultudabölgenin kalıcı büyük gücü olarak gördüğünü söylemiştir. Avrasya bölgesinin zaman içerisinde süper gücü konumuna gelecek bir Türkiye’nin hem Türk dünyası hem de İslam dünyası üzerinden gücünü merkezi bölgede de hissettireceğini ve böylece Orta Doğu’da bir barış düzeni kurulabileceğini belirtmiştir. Tarihin akışı içerisinde Türkiye’nin öne çıkacağını, Türkiye Cumhuriyetinin merkezi bir güç olarak doğu ile batı arasındaki ilişkileri yeniden dengeleyebileceğini öne sürmüştür. Kitabında öne sürdüğü düşünceleri savunan Passig, Orta Doğu’nun geleceğinde İsrail’den daha çok Türkiye’nin etkili bir rol oynayacağınıdile getirmiştir. İsrail’in küçük devlet olduğu içinOrta Doğu’ya egemen olmak açısından yetersiz kalacağını ama bölgenin büyük devleti olarak Türkiye’nin yeni Orta Doğu düzeninin kurulmasında ana belirleyici güç olacağınıifade etmekten çekinmemiştir. Türkiye’nin tıpkı Osmanlı gibi tarihsel eski misyonuna geri dönerek, bölge için merkez ve belirleyici güç olacağını bir İsrail devleti görevlisiolarak hem kitabında yazmış hem de Türk medyasında açıklamıştır. İsrail’in Türkiye’nin güçlü bir devlet olarak güneyindeki Orta Doğu bölgesindeetkili olmasını, savaşların önlenmesi açısındangerekli gördüğünüsöylerken, bir anlamda da Türk devletini komşularıyla yeni bir savaş sürecinde karşı karşıya getirmiştir.
YAHUDİ DEVLETİNİN KURULUŞUNDAN YÜZ YIL SONRA
2050 yılını, Yahudi devletinin kuruluşundan yüz yıl sonrası için bir stratejik hedef olarak kitabına isim yapan Passig, geçmişten gelen bilgi birikimini detarihten gelen dersler olarak tarihsel mantık başlığı altında kitabının girişinde ortaya koymuştur. İsrail’in üçüncü kez kurulmasında etkili olan tarihsel mirasın kitabın başında açıkça ifade edilmesibölge ile çatışma halinde olan bu Yahudi devletinin sahip olduğu siyasal birikimin anlaşılabilmesi açısından yararlı ipuçları vermektedir. Kutsal kitaplarında belirtilenvaat edilmiş toprakların asıl sahibi olarak kendilerini görenMusevilerinbu hedeflerini koruma doğrultusunda hareket ettikleritarih ile beraber coğrafyayı da bu doğrultuda değerlendirmeğe çalıştıkları görülmektedir. Teritoryal anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasında tarih kadar coğrafya bilgisinin de kullanılması, İsrail devletini kuranların ciddi bir jeopolitik birikime sahip olduklarını göstermektedir. David Passig bu konulara kitabının ilk bölümlerinde yer verirken, aynı zamanda değişen dünyanın yeni koşullarını dikkate alarak jeopolitiğin yeni ve değişken kuralları doğrultusunda İsrail’inOrta Doğu’daki konumunu anlatmağa çalışmıştır. Zaman faktörünü öne alan değerlendirmeler yaparken, değişen dünyanın öne çıkardığı yeni tabloların gerçekçi değerlendirmeler ileanlatılmağa çalışıldığıgörülmektedir. Özellikle, jeopolitik biliminin değişken unsurları olandemografi ile beraber teknolojizaman faktörü içerisinde ele alınırken, İsrail ve Orta Doğu’nun geleceği içingerçekçi değerlendirmeler yapılmıştır. Aynı zamanda ekonomi alanı da değişken bir unsur olarak ele alınırken, dünyanın gelecekteki enerji, madenve diğer kaynakları dikkate alınmıştır. Bu çerçevede, dünyanın merkezine İsrail merkezli olarak bakamayan David Passig, Türkiye’yi geleceğin dev ülkesi olarak ilan etmiş ve İsrail’in boşluğunu Türkiye ile doldurmağa çalışmıştır. Küçük ülke olan İsrail ile dünya dengelerinin merkezde yönlendirilmesinin mümkün olamayacağıortaya çıktığı için, bu dengelerin yeniden kurulmasında merkezi büyük ülke olarak Türkiye’nin öne çıkarılmak istendiğini, kitabın yazarı açıkça ortaya koymaktadır.
GELECEĞİN SÜPER GÜÇLERİ
David Passig, kitabının üçüncü bölümünde geleceğin süper güçlerini sayarken, ABD ve Rusya ile beraber Türkiye Cumhuriyetine de yer vermişama Çin gibi bir büyük dev ülkeyi bu bölümde dikkate almamıştır. ABD’yi hem geleceğin süper güçleri arasına alan ama aynı zamanda bu büyük ülkenin güney eyaletlerinin yakın zamanda koparak Meksika ile birleşeceğini öne süren yazarAmerika’nın gelecekteki konumu açısından çelişkili yorumlardan kurtulamamıştır. ABD üzerinden bir dünya hegemonyasının korunması isteği İsrail açısından da öne çıkarken, bu ülkenin aynı zamanda parçalanacağının kabul edilmesi de gelecekte ABD’siz bir dünya düzeni olabileceği ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Rusya’yı yeni dönemde de dünyanın süper güçleri arasına koyan yazar, bu büyük devletinABD ile yeni bir soğuk savaşa girişeceğini, 2020 yılındaİsrail Suriye ile savaşırken, Rusya’nın da Türkiye ile savaşacağınıaçıkça öne sürmüştür. Mısır, Suudi Arabistan, Suriyeve Ürdün gibi ülkeleri Orta Doğu’nun geleceği açısından ele alarakdeğerlendirmeler yapanyazar, kitabında İran’a yer vermeyerek gerçekçi olmayan biryaklaşımizlemiştir. İsrail’in Orta Doğu egemenliği açısından Türkiye ve İran’ınkarşılıklı olarak savaştırılması yıllardırhedeflenmesine rağmen, sanki böyle bir durum yokmuş gibi bir yaklaşımın kitapta sergilenmesi, bu yapıtın inandırıcılığı açısından son dereceolumsuz ve eksik bir tutum olmuştur. Yirmi birinci yüzyıldayeni bir Orta Doğu düzeni oluşturulurken, İran yokmuş gibi davranmakancakkamuoyunu yanıltmak açısındandeğerlendirilebilecektir. Böyle bir davranış ise, Türkiye’nin pohpohlanmasıyla İran engelinin aşılmak istendiğini ortaya çıkarmaktadır. Asya’nın en ucundaki ada ülkesi olan Japonya bileOrta Doğu’nun geleceği açısındanincelenirken, İran’ın ele alınmaması ya da yok sayılması kitabın inandırıcılığını sarsmaktadır.
2050 İSİMLİ KİTABIN EN İLGİNÇ BÖLÜMÜ
2050 isimli kitabın en ilginç bölümü ise; yeni yüzyıldadeğişen İsrail jeopolitiğinin ele alındığı, Yahudilerin kanıtlanabilen tarihi ile beraberbu toplumun kökenleri, kimliksorunu, fiziksel varoluş kaygıları ile berabercoğrafi sınırları ve ülkenin tomografikhatlarınınincelendiğibeşinci bölümdür. Bugünkü İsrail olgusu anlatılırken, eski çağlarda kurulmuş olan birinci ve ikinci İsrail devletleri ele alınmakta, bunların kuruluş süreçleri vedüzenleri incelerek, yıkılma ve dağılma durumlarıüzerinde durulmaktadır. Süper güçler ve bölge devletleri karşısındaİsrail’in durumujeopolitik değerlendirmeler yolu ileortaya konulurken, dünyanın merkezi coğrafyasında vekutsal ilan edilen topraklarda bir Yahudi devletinin var olma modelleri üzerinde durulmaktadır. Tamamen bağımsızbir ülke olarak İsrail’invar olmasını David modeli olarak açıklayan yazar, Kral Davut adına buismin geliştirildiğini söylemektedir. İkinci seçenek olarak bir imparatorluğun parçası ya da yenilmiş bir müttefik ya da yarı özerk bir eyalet olarak varlığını koruma modeliniikincivar olma biçimi olarak dile getirmektedir. Pers imparatorluğunun bütün Orta Doğu’yu işgal ettiği zaman, Yahudilerin bu büyükdevlete bağlı olarakbir eyalet konumundaki yaşam düzenleriniikinci modele örnek göstermekte ve buna Pers modeli adını vermektedir. Üçüncü modelde iseİsrail tamamen yokolur, özerkliğini kaybeder ve vatandaşları sürgüne gönderilir ki, bu duruma da Babil modeli adını vermektedir. Aslında Roma modeli de denebilecek bu üçüncümodeli önlemek üzere, İsrail’inönce David modeli ilebağımsız bir devlet olarakayakta kalma yollarını deneyeceği amabunda başarılı olamazsa o zaman daPers imparatorluğu ya daOsmanlı dönemindeki gibi bir Filistin ya da İsraileyaleti olarakPers modeli adını verdiği ikinci bir alternatifyol ile varlığını sürdürmeğe çalışacağı kitapta öne sürülmektedir. İsrail merkezli bir yeni Orta Doğu federasyonunu ya da büyük devletiniYahudilerin oluşturamaması durumunda, Persler zamanında olduğu gibi bir bölgesel büyük devletin içindeküçük Yahudi devletinin debir eyalet olarakvarlığını sürdürebileceğigene aynıkitaptaifade edilmektedir. Babil, Pers,Roma, Selçuklu ya da Osmanlı gibi imparatorluk düzenleri tarihin her dönemindemerkezi alanda görülebildiğinden, İsrail’in gerçekçi davranarakkendi hegemonya düzeninin kuramadığı noktada, bölgesel bir büyük devlet yapılanmasının içinde yer almayı ve böylesine bir siyasal yapılanmanın parçası olmayı kabul ettiği görülmektedir.
ÖNCELİĞİ DAVİT MODELİNE VEREN İSRAİL
Önceliği David modeline verenİsrail’in, merkezi coğrafyada bağımsız bir devlet yapılanması doğrultusunda varlığını koruyamadığı noktada, bir bölgesel büyük devletin içinde yer almayı ve bunun bir parçası olarak yola devam etmeyi bir alternatif olarak benimsediğini David Passig, İsrail devletinin bir danışmanı olarak ortaya koymaktadır. Büyük İskender’in Makedonya imparatorluğunu bile bölgedeİsrail’in varoluşu açısındandeğerlendiren yazar, İsrail’in küçük bir devlet olaraksüper güçlere karşı kendisini ancak bölgesel bir devlet yapılanmasının içinde yer alarakkoruyabileceğinidile getirmektedir. Küresel sermayenin Siyonist lobilerinkontrolü altında bulunmasınıİsrail açısından birolumlu puan olarak değerlendirenyazar, bir anlamda günümüzde ortaya atılan Yeni Osmanlı vizyonu ile Pers, Makedonya, Roma, Babil, gibi bölgesel imparatorlukların bir benzeri olarak yeniden Osmanlı yapılanmasına gidilebileceğinin ipuçlarını kitabında sergilemektedir. İsrail’inDavid modeli ile bağımsız bir devlet olarak varlığını koruyamayacağı noktada, Pers modeli ile bu küçük devletin varlığını koruyabilecek birYeni Osmanlı yapılanmasına gidilebileceği ve böylesine bir büyük bölge devletinin eski Osmanlı hinterlandında kurulabileceğiPers modeli üzerinden dolaylı olarakdile getirilmektedir. Osmanlı sonrasında bölgeye gelen İngiliz imparatorluğu ile sonradan devreye giren Sovyet ve Amerikan imparatorluklarının da gene İsrail açısından, böylesine bölgesel bir yapılanma doğrultusunda ele alındığı görülmektedir. Gelecekteya ABD imparatorluğu ya da bu süper güce karşı koyacak bir başka imparatorluğun ortaya çıkmasıyla beraber, Orta Doğu’da yeni bir siyasal düzen oluşumu gündeme geleceği için, İsrail’in bütün bu durumlara hazır olması gerektiği, Babil ya daRoma modelleri ile gündeme gelen Yahudilerin kutsal topraklardanüçüncü kez kovulmaması için ya David modeli ile bağımsız ayakta kalmak ya da Pers modeli doğrultusunda bir büyük bölgesel imparatorluğun içerisinde eyalet olarak yer almak İsrail’in gelecekteki politikası olarak David Passig tarafından2050 isimli kitapta açıkça ortaya konulmaktadır. İngiliz ve Amerikan imparatorluklarının desteği ile David modelini gerçekleştirenİsrail’in gelecekteYeni Osmanlı vizyonu ileOsmanlı imparatorluğuna benzetilmiş bir büyük Türkiye’yi; Araplara, İslam dünyasına ve Asyalı süper güçlere karşıkullanmağa hazırlandığı anlaşılmaktadır.
İSRAİL DEVLETİ “ÜÇÜNCÜ KEZ” TARİH SAHNESİNDEN SİLİNMEK ÜZERE
İsrail Devleti, üçüncü kez tarih sahnesinden silinmemek üzereDavid modelinin alternatifi olarakPers modelini yavaş yavaş Türkiye üzerindenYeni Osmanlı yapılanmasına doğru zorlarken, Türkiye’deAvrupa’dan koparılarak güneye doğru iteklenmekte veABD ve Avrupa’dakiYahudi lobileri tarafındanİsrail’in güvenliği doğrultusundakomşularıyla savaşa doğru sürüklenmektedir. Bu durum önce Irak ile denenmiş, TürkiyeIrak ile savaşmayınca şimdi Suriye ile denenmeğe çalışılmakta ama asıl olarak İran’a yönelik bir süreç Suriye üzerinden tezgâhlanarakve Türkiye bir büyük savaşadoğru Şii-Sünni-Alevi çekişmeleri kışkırtılarakDavid ve Pers modelleri doğrultusundasonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bölgede terörün desteklenmesiyle Orta Doğu devletleri birbirleriyle savaştırılmağa çalışılırken, asıl olarak bütün bölge devletlerinin parçalanmaları hedeflenmektedir. İsrail ile beraber Ürdün ve Lübnan gibi küçük devletçikler, Mısır, Türkiye, Suriye,Irak,Arabistan ve İran’ın toprakları üzerinde oluşturulmağa çalışılmakta, böylece önce David modeli doğrultusunda bir Büyük İsraildevleti Orta Doğu federasyonu olarak gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır. Eğer bu proje terör ve savaş senaryoları ile gerçekleştirilemezse o zaman, Türkiye Cumhuriyeti içeriden ele geçirilerek, Türkiye’ye yerleşecek batılı Yahudi lobileri Dışa karşı bir büyük Türkiye yapılanmasını gene Türkiye üzerinden gerçekleştirmeğe çalışacaklar ve böylesine büyük bir bölgesel siyasal yapılanma modeli, eski Osmanlı ülkelerine Yeni Osmanlı yapılanması olarakempoze edilecektir. David modelinin yerini Yeni Osmanlı görünümünde Pers modeli alacaktır.
ORTA DOĞU’NUN ALAN VE NÜFUS OLARAK EN KÜÇÜK DEVLETİ
Orta Doğu’nun alan ve nüfus olarak en küçük devleti olan İsrail’in kontrolü altındaki Siyonist lobiler ise küresel sermayenin patronları olarak, süper güç ABD üzerinden hem dünya ekonomisini hem de batıblokunu yönlendirmektedirler. Siyonizm kutsal topraklar ve Siyon tepesi üzerinden bir büyük dünya hegemonyasını hedeflemiş olduğu için, bunlar üzerinden ABD ve batı ülkeleri hem Türkiye’ye hem de Orta Doğu ülkelerine İsrail’in istekleri ve çıkarları doğrultusundabüyük baskılar uygulamakta vebu nedenle demerkezi coğrafyabirsıcakçatışma vesavaş alanı olmaktan kurtulamamaktadır. Filistin’i haksız olarak işgal eden, milyonlarca Filistinliyi göçe zorlayan, bölgedeki bütün Arap ve Müslüman ülkeler ileyarım yüzyılı aşkın bir süredir sürekli olarak savaşanİsrail’in, yeni aşamada Suriye üzerinden İran’ı hedef tahtasına oturtan politikalarına Türkiye’yi alet etmeğe çalıştığıson zamanlardaki gelişmeler ile açıkça ortaya çıkmıştır. Bölgedeki büyük devletler ile sürekli savaş halinde olan İsrail sürekli bir güvenlik arayışı içine girdiği için Amerikan ordusu Orta Doğu’ya getirilmeğe çalışılmakta ayrıca dünya jandarması olarak NATO İngiliz üslerinden yararlanma doğrultusunda Kıbrıs’a getirilerek bölge devletlerine karşı kullanılmak istenmektedir. Avrupa devletlerinin İstanbul zirvesinde NATO’nun Orta Doğu’ya taşınmasına karşı çıkması üzerine geciken planların, gecikmeli de olsaDavid ya da Pers planları doğrultusundaABD gücünden yararlanılarak devreye sokulmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bölgedeki terörüntırmandırılması vesavaşların artması karşısındaDavid planı tehlikeye girdiği için, gelecekte muhtemel bir Pers planının Türkiye üzerinden devreye sokulmağa çalışıldığı ve bu doğrultuda ABD ve NATO destekli askeri harekâtlara Türkiye’nin deortak olarak katılması istenmektedir. Türkiye’nin güney ve doğu komşularıyla bütünüyle savaşa girmesi, Atatürk Cumhuriyetinin geleceğini tehlikeye atacak, uzun süreli bir savaş sonrasında Suriye, Irak, Türkiye, İran ve Arabistan devletleri ortadan kalkacak veLübnan ya da Ürdün benzeri küçük devletçiklerden oluşan birmerkezi coğrafya oluşturulacaktır. Yeni Pers planı, İran’ın Türkiye’ye yok ettirilmesiyle ve bu savaş aşamasında Türkiye’nin de dağılmasıyla, uygulama alanına getirilerek Yeni Osmanlı görünümünde İsrail merkezli olarak gerçekleştirilecektir.
DAVİD PASSİG VE 2050 KİTABI
David Passig, 2050 isimli kitabında üst düzey yöneticisi olduğu İsrail devletinin yüzüncü yılına ulaşmasını hedefleyenaçıklamalarda bulunmaktadır. 2048 yılındayüzüncü yılını idrak edecek olanüçüncü Yahudi devletinin, Siyonistplanlar doğrultusundadünya egemenliğine yönelmesi yolundaTürkiye Cumhuriyeti kullanılmak istendiği için, Türk devletininyüzüncü yılına gelemeden yıkılması gibi bir durum gündeme gelmektedir. Komşularıylabölgesel bir büyük savaşa girecek Türkiye’ninböylesine büyük bir çatışma aşamasındaYugoslavya gibi dağılması söz konusudur. Küresel plan ve programlar bu doğrultuda Avrupa Birliği oluşumuiçerisinde Türkiye’ye dayatılmış ve Türk devletinintasfiyesi yarı yarıyabaşarılmış gibi görünmektedir. Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşuma tam üye olmak uğruna Türkiye Cumhuriyeti ondan fazla uyum paketi sayesindedemokratik bir tasfiye sürecine maruz kalmışve kendi ekonomisini yönetme hakkını kaybederek küresel sermayenin güdümü altına girmiştir. Avrupa Birliği 2014 tarihini Türkiye’ye tam üyelik için vermiş ve 2013 yılına kadar Türkiye’nin yapması gerektiği işleri dayatmıştır. Türkiye böylesine bir çıkmazda 2014 yılında Avrupa Birliğine tam üye olmak için çabalarken,2013 yılında Türk devletininYugoslavya benzeri birtasfiye ve dağılma noktasına geleceği anlaşılmıştır. İşte bu büyük emperyal ve Siyonist oyun açığa çıkınca, Türk halkının ulusalcı kesimleri, Türk devletini gelecekte kurucusu Atatürk’ün söylediği gibi ilelebet payidar kılacakulusal planları 2023hedefi doğrultusundagündeme getirmişlerdir. İlk olarak Türk toplumunun ulusalcı kesimlerinin oluşturduğu Ulusal Güç birliği Platformu, 2005 tarihinde hazırladıkları “Güçlü Türkiye -2023 “ isimliyeniden var olma planı kamuoyuna ilan edilmiş ve daha sonraki yıllarda, Türk toplumu cumhuriyetin yüzüncü yılına kilitlenerek 2023 de bir büyük dünya gücü olacak yeni Türkiye hedefine dönük gerçek anlamda ulusal programlar birbiri ardı sıra yayınlanmağa başlanmıştır. Son genel seçimler sırasında da, 2023 hedefi,Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına erişme doğrultusunda ana tercihi olarak ortaya konulmuştur.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN 2013 VİZYONU
David Passig, 2050 isimli kitabında İsrail devletinin yüzüncü yılını aşan bir hedefi ortaya koyarken, Türkiye’yi komşularıyla savaşa sürükleyebilecek bir Pers modeli planını dolaylı olarak öne sürmektedir. Bu doğrultuda İsrail’in yüzüncü yılına ulaşabilmesi yolunda Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına erişemeden dağılması gibi bir olumsuz durum kendiliğinden gündeme gelmektedir. İsrail’in yüzüncü yılı doğrultusunda 2050 onlar için bir ulusal hedef olarak ortaya konurken, Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına ulaşabilmesi doğrultusunda da 2023 Türkler açısından kesinlikle vazgeçilemeyecek ulusal bir hedef olarak ortaya çıkmaktadır. İsrail devletinin danışmanı yazdığı kitapta böylesine bir çelişkili durum için çözüm üretememekte ve onların 2050 planları doğrultusundaki önceliklerini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyetinin 2023 vizyonunu ve milli programlarını görmezden gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk ulusu, 2050 yolunda öncelikli olarak 2023 ulusal hedefine öncelik vererek hareket etmek zorundadır. Bu yüzden, Türkiye açısından gelecek vizyonu 2023 ile ifade edilecektir. 2050 ise daha sonra düşünülecek bir durumdur.
Ama kesinlikle 2050 uğruna 2023 vizyonundan ve milli program ve planlardan vazgeçilmeyecektir.
2050 mi yoksa 2023 mü sorusunun cevabı, Türkler açısından her zaman 2023 olacaktır.

4 Şubat 2019 Pazartesi

Prof. Dr. Anıl Çeçen, ‘Venezuella’da neler oluyor’u değerlendirdi: “TANRIYA ÇOK UZAK AMA ABD’YE ÇOK YAKIN” (NT GAZETE’den,Gazeteci-Yazar: Nuray BAŞARAN ile Röportaj, Ankara: 04 Şubat.2019-Pazartesi)

TANRIYA ÇOK UZAK AMA ABD’YE ÇOK YAKIN!..
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 4 Şubat 2019

S-1-ABD’nin Venezuella’ya karşı başlattığı düşmanca müdahaleyi nasıl yorumluyorsunuz ?Neden böyle bir saldırıya kalkışmakta ?
C-1 - Söyleşimizin başlığı , Latin Amerika’nın dünya coğrafyasındaki yerini belirlemek ve bu doğrultuda geleceğini açıklamak üzere söylenmiş olan bir sözdür . Sadece Venezuella’nın değil ama bütün güney Amerika’nın kaderi için ifade edilen bir açıklama olarak, söyleşimizin başlığı bugünkü siyasal gelişmeleri de açıkladığı gibi aynı zamanda güney yarıküresinde yer alan Latin ülkelerinin de kaderleri hakkında genel bir açıklama getirmektedir . Coğrafyanın bir ülkenin geleceğini belirlemesi gibi aynı zamanda jeopolitik biliminin sonucu olarak, devletlerin dünya haritasındaki konumları da ülkelerin kaderleri hakkında da belirleyici olmaktadır .Venezuella isimli Latin Amerika ülkesinin bugün başına gelenleri de böylesine bir yaklaşım çerçevesinde açıklamak mümkündür .ABD , güney Amerika kıtasının tepesinde yer alan bir kuzey ülkesi ve emperyalist bir devlet olarak kaldıkça , Latinlerin geleceklerinin bağımsız ve özgürlükçü bir çizgide gelişmesi pek de mümkün görünmemektedir . ABD ortak bir kıta üzerinde yer alan güney Amerika ülkelerinin hepsine, istediği anda operasyon yaparak buradaki devletlerin geleceği ile oynayabilmektedir.
ABD devlet olarak teşkilatlanmasını tamamladıktan sonra cumhurbaşkanı James Monreo döneminde “Amerika Amerikalılarındır “ ilkesi ile hareket ederek , Amerikan kıtasındaki yabancı emperyalistler olan İngiltere,Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Avrupa devletlerini dolaylı yollardan kovarak , onların yerini almış ve yeni bir emperyalist güç olarak eski Avrupa sömürgelerini ABD sömürgelerine dönüştürmeye çaba göstermiştir . Aslında her sömürgeci gücün önce kendi etrafını kontrol etmeye yöneldiği gibi , ABD de yeni emperyal güç olarak üzerinde yer aldığı Amerikan kıtasını kendi denetimi altına alabilmenin yollarını aramıştır . Önce Amerikan Devletler Topluluğu gibi bir örgütlenme ile eski Avrupa sömürgelerini kendine bağlamaya çalışmış ama bu yumuşak girişiminden istediği sonucu elde edemeyince , çeşitli olayları ya da siyasal gelişmeleri gerekçe göstererek güney Amerika ülkelerinin hepsine müdahale edebilmenin arayışı içinde olmuştur . Bugünkü dünyada ABD’nin süper emperyal güç olarak etkin olmasının ilk adımı , ABD’nin kendi kıtasındaki bütün ülkeler üzerinde hegemonya kurmasıdır . Kendisi de eski bir İngiliz sömürgesi olan ABD , Avrupa köklerinden gelen hegemonik siyasal birikim ile hem yeni bir emperyalist güç olarak örgütlenmiş hem de Amerikan kıtasındaki ülkeleri mutlak kontrolü altına alarak ve kıtasal bir güç görünümünde dünya sahnesine çıkarak diğer kıtalar üzerinde de kıtasal yapılanmadan gelen gücünü emperyalist bir doğrultuda kullanmıştır . Avrupa kıtasında birkaç tane emperyal güç birlikte var olurken , ABD kendi kıtasında tek emperyal devlet olarak öne çıkmış ve bu doğrultuda Amerikan kıtasındaki tüm devletler,emperyal ABD’nin her türlü kirli oyununa sahne olan arka ve ön bahçe ülkeleri konumuna zorla sürüklenmişlerdir . Venezuella’nın da diğer Latin ülkeleri gibi arka bahçe konumuna sahip olması dolayısıyla başına gelen emperyalmüdahaleleleri, ABD son çıkışı ile devam ettirmektedir.
S-2- Bir ülkenin yönetimine 21 yüzyılda hangi amaçla müdahale edilebiliyor ?
C-2- Emperyalizm bir siyasal olgu olarak var oldukça , dünyanın bütün ülkeleri emperyal güçlerin her türlü dış müdahalelerine açık bir konumda varlıklarını sürdürebilmektedirler . Her emperyal güç önce kendi etrafındaki bölgeleri kontrolü altına almaya çalışmakta, daha sonra da diğer emperyal devletler ile rekabete kalkışarak dünya kıtaları üzerindeki hegemonya alanlarını genişletebilmenin yollarını aramaktadır . Bu doğrultuda , ABD önce kendi kıtasında etkinliğini artırırken , evrensel alanda geçerli olan hegemonya mücadelesi sürecinde diğer kıtalar üzerindede hegemonya genişletmesi çabası içine girmektedir . Bu nedenle bugünkü durumda bütün dünya devletleri emperyalizmin oyun alanları olarak Venezuella ile aynı kaderi paylaşmaktadırlar .Venezuella’nın halkın oyları ile seçilmiş meşru yönetiminin hedefe alınması gibi ,Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün dünya devletleri yarın aynı duruma düşürülebilirler . Dün Irak,Suriye ve Libya’ya askeri saldırılar yapıldığı gibi bugün de benzeri bir saldırının ön koşulları Venezuella ‘ya yapılan müdahale ile hazırlanmaktadır . Okyanus ötesi güç kendi kıtasından aldığı destek ile diğer kıtalar üzerinde hegemonya saldırılarına kalkışarak bütün dünyayı Sam amcanın çiftliğine çevirebilmenin arayışı içindedir .
Yirmi birinci yüzyıla girerken , batının karşı kutbu olan Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine , ABD’nin süper güç konumuna gelmesi ile geliştirilen küreselleşme akımı aracılığı ile tek kutuplu bir dünya yaratılarak , ABD’nin Amerikan kıtasının ötesinde bütün dünya kıtaları üzerinde mutlak egemenliği hedeflenmiş ama Amerikan devleti içinde ortaya çıkan Hırıstıyan-Yahudi kavgasıileCİA-Pentagon çekişmesi yolu ile devlet içinde karışıklık ortaya çıkması yüzünden , ABD giderek içine dönmek zorunda kaldığı için, dış dünyadaki egemenliğini tam olarak geliştirememiş ve bu durumda da tek kutuplu dünya yerine çok kutuplu bir yeni düzen devreye girmiştir . Bu aşamada Rusya, Çin ile bir araya gelerek aralarına Hindistan ile birlikte Brezilya’yı da içine alan bir batı karşıtı yeni küresel blok girişimi olarak BRİC ittifakını örgütlemiştir .Rusya,Çin ve Hindistan gibi Avrupa kıtasından daha büyük devletlerin birlik olmaları batı emperyalizminin önünü kesmiş, Brezilya gibi bir güney devletinin ABD’nin kontrolü dışına çıkarak Latin Amerika kıtasının temsilcisi olarak dünya sahnesine çıkmasıyla birlikte , ABD’nin güney Amerika üzerindeki ağırlığını ciddi olarak sarsmıştır . Brezilya’nın Amerikan devletleri örgütünün dışına çıkarak yeni bir büyük devlet olarak doğulu süper güçler ile alternatif birlik arayışı içine girmesi , ABD’nin süper güç konumunu sarsıntıya uğratarak yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur . Brezilya’nın önünü kesemeyen ABD İngiliz sömürgesi Güney Afrika Cumhuriyetini görünüşte Afrika kıtasının temsilcisi olarak ama aslında batı blokunun casusu olarak BRİC ittifakının içine girmesini sağlamıştır .Güney Afrika aracılığı ile BRİC ittifakını dışarıdan yönlendirmeye kalkışan ABD , batı blokuna karşı ortaya çıkan küresel BRİC ittifakını devre dışı bırakabilmenin arayışı içine girmiştir .
ABD’nin bugün Venezuella’ya yaptığı dış müdahalenin asıl hedefi güney kıtasının patronu konumundaki Brezilya devletidir . Bugün Venezuella’da sendikacı kökenli başkan Maduroöncesinde , Brezilya’nın iki sendikacı cumhurbaşkanını başkan Lula ve yardımcısı olarak sonradan başkanlığa gelen kadın başkanı çamur atma operasyonları ile devre dışı bırakarak ,ABD askeri konumundaki yeni yöneticileri Brezilya devletinin başına getirmiştir . ABD’nin küreselleşme sürecinde dışa dönük emperyal güç olması gelişirken , Brezilya’nın başına emekçi kitlelerin temsilcisi olarak iki sendikacının gelmesi , bu ülkenin dışa bağımlı işbirlikçi burjuva sınıfını ABD ile ortak eyleme sürüklemiş ve bu ülkede iktidar sendikacı emek kesimi yöneticilerinin elinden alınarak ABD emperyalizminin emir eri konumundaki politikacılara teslim edilmiştir . Brezilya’yı bir Trump taklitçisi başkana teslim eden ABD ,bu durumun getirdiği rahatlık içinde Venezuella’ya müdahale etmeye başlamıştır.
S-3-Batı emperyalizmi, emperyal müdahalelerini nasıl demokrasi gibi göstermektedir ?
C-3- Batı dünyasının medeni ve emperyal olarak iki yüzü vardır .Batı uygarlık hikayeleri ile dünya halklarını uyuturken ,dışarıdan her türlü emperyal müdahaleyi örgütleyerek hem dünyayı karıştırmakta ,hem de bu karışıklık içinde kendi çıkarları doğrultusunda siyasal gelişmeleri yönlendirmeye çalışmaktadırlar . Devletlerin önünü keserek kendi ülkelerini adam gibi yönetmelerine izin vermemektedirler .Uluslararası örgütler üzerinden yardım ediyorlarmış gibi görünürken ,aslında kendi emperyal çıkarları doğrultusunda her türlü dış müdahaleyi gerçekleştirebilmektedirler . Dünya devletlerinin yöneticileri bu gibi durumlara karşı çıktıkları zaman onların yerine hemen kendi adamlarını getirerek etkinliklerini artırarak sürdürebilmektedirler . Çağdaş uygarlığın temsilcisi gibi kendisini gösteren batılılar ,sahip oldukları sömürgeci konumlarını koruyabilme doğrultusunda her türlü emperyal senaryoları , satın aldıkları işbirlikçi kadroları ve istihbarat örgütleri aracılığı ile tezgahlayarak dünya uluslarının kaderleri ile oynayabilmektedirler .
Batı karşıtı sosyalist blokun dağılmasından sonra kendi uygar görünüşlerini demokrasi kavramı doğrultusunda açıklayan Avrupa ve Amerika emperyalistleri , demokrasi kavramını yücelterek insanlık dışı emperyal saldırganlıklarını gizleyebilmenin çabası içine girmişlerdir . Gerçek anlamda bir halk yönetimi olması gereken demokrasiyi sermaye egemenliğine dönüştürerek , yeni aşamada demokrasileri kapitokrasi adı altında sermaye egemenliği düzenlerine dönüştürmüşlerdir .Uluslararası alanda tekelci konuma gelen büyük şirketler kendi devletlerini ele geçirdikten sonra diğer dünya devletlerini de kendilerine mutlak anlamda bağlı işbirlikçi burjuva sınıfı temsilcileri ile yeni sömürge düzenine mahkum etmektedirler .Normal koşullarda devletlerin vatandaşı konumundaki halk kitlelerinin kendi ülkelerinin geleceğine egemen olması gerekirken , işbirlikçi burjuvalar aracılığı ile küresel şirketlerin evrensel düzenleri bütün dünya ülkelerinde kurulmaya çalışılmakta ve geçmişten gelen emperyalizm küreselleşme görünümünde süper bir emperyal düzen olarak öne çıkarılmak istenmektedir . Bugünün koşullarında iflas etmiş bir batı bloku artık dünya kıtalarına demokrasi rüzgarlarını götürememekte ama Irak’ta olduğu gibi demokrasiyi taşıma görünümü altında yeni emperyaldüzenlerin temelleri atılmaktadır .
Batının sermaye düzeni giderek bir finans kapital düzenine dönüştükçe , kapitalist düzende para miktarı artmakta ve zenginlik giderek bir avuç azınlığın elinde toplanmaktadır . Beşte bir toplumu yaratmak üzere yola çıkan çağdaş kapitalistler , finans kapital düzeninde süper zenginler konumuna gelirken yüzde bir toplumu yaratarak insanlığın büyük çoğunluğunu işsizlik ve açlık düzenine mahkum etmişlerdir . Dünya halklarını böylece karşılarına alan süper zenginler , var olan demokrasi düzenlerini sermaye egemenliği anlamında kapitokrasiye dönüştürerek , yönetimleri ve medya organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Yeni çağda emperyalizm finans kapital merkezli olarak örgütlenirken , son derece hızlı gelişen teknolojinin verilerini de kullanarak yoksul halk kitlelerine karşı kendi egemenlik düzenlerini koruyabilmenin çabası içine girmişlerdir .Demokrasi kavramı üzerinden , insan hakları konusunda hassas olduğunu ileri süren batının emperyalistleri , dünya ülkelerinin yer altı zenginliklerine el koyarken ,her türlü saldırı ve işgal girişimini normal görmekte ve insanlık dışı emperyal müdahaleler ile kendi çıkar düzenlerini geleceğe dönük bir biçimde sürdürebilmenin girişimlerini birbiri ardı sıra gündeme getirebilmektedirler . Böylesine bir istismar düzenine karşı çıkan doğunun temsilcileri olarak Rusya,Çin ve Hindistan yanlarına güneyin temsilcisi olarak Brezilya’yı da alarak batı emperyalizmini dengeleyebilmenin arayışı içine BRİC yapılanması ile girmişlerdir . ABD’nin son Venezuella atağı bu kutuplaşmaya batı blokunun tepki göstermesi olarak değerlendirilebilir .
S-4- ABD neden Venezuella’ya karşı çıkıyor ve bu ülkenin iç işlerine müdahale ederek gelecekte dünyayı bir kaos ortamına sürükleyebilecek bir emperyal müdahaleyi zorluyor ? Bu ülkeye karşı geliştirilen düşmanlığın arkasında ne gibi nedenler bulunmaktadır . ?
C-4-Küreselleşme döneminde çeyrek yüzyıl geride kalırken , ABD bir türlü küresel emperyalizmin istediği gibi tek merkezli bir emperyal düzenin merkezi ülkesi konumuna gelememiştir . Sosyalizm bir sistem olarak devre dışı kalınca , bütün devletler yeni dönemde kendi çıkarları doğrultusunda yeni arayışlara girişmişlerdir . Venezuella’damütavazi bir dünya ülkesi olarak kendi ulusal çıkarlarına öncelik veren bir arayışa girmiştir . Yeni aşamada Putin Rusya devlet başkanı olarak Brezilya ‘ya zaman zaman gelirken , dünyanın bir numaralı petrol zengini olarak Venezuella ile de yakından ilgilenmiştir . Rusya desteği ile Brezilya’da sendikacılar devlet başkanlığına gelirken , Venezuella’da ordu devreye girerek kendi temsilcisi olan Albay Hugo Chavez’i devlet başkanlığı görevine getirmiştir . Batının emperyal devletleri ABD öncülüğünde dünya ülkelerinin doğal zenginliklerine el koyarlarken , Venezuella petrolünü Amerikan petrol tekellerine karşı koruyacak halkçı bir yönetim Chavez’in öncülüğünde gelişmiştir . Chavez göreve gelir gelmez Brezilya’daki Lula rejimi ile yakın işbirliğine girmiş ve iki büyük Latin ülkesi ABD emperyalizminin güney Amerika bölgesini kendi pazarları konumuna düşürmesini önleme doğrultusunda ,Alba ya da Mercosur gibi bölgesel ittifaklara yönelmişlerdir. Ayrıca iki güney ülkesi bir araya gelerek ABD-İngiltere ortaklığındaki Kuzey Atlantik ittifakına karşı SATO adı altında güneyin askeri ittifakını oluşturmaya çalışmışlardır . Ayrıca Brezilya ve Venezuella ikilisi sömürge düzeninin bekçileri olan İMF ile Dünya Bankası’na karşı Güney’in Bankası’nı tıpkı Çin’in örgütlediği Asya Bankası gibi kurmuşlardır .İki ülkede işbaşına geçen sendikacıların ve askerlerin öncülüğünde oluşturulan halk iktidarları emperyalizme karşı yeni bir adil düzenin kurulmasına yöneldikleri aşamada, ABD öncülüğünde emperyalistlerin müdahalesi ile karşı karşıya kalmışlardır .
Venezuella dünyada en büyük petrol rezervlerine sahip olan bir ülke olarak her zamanemperyal güçlerin dikkatini çeken bir ülkedir . ABD petrol tekelleri bu ülkenin enerji yataklarına el koyabilmek için , bu gün eski bir otobüs şoförü olarak sendikacılıktan gelen Maduro iktidarının halkçı yönetimine karşı çıkarak, bu ülkeyi işgal edebilmenin ya da yönetimine el koyabilmenin arayışı içine girmektedirler . Venezuella’ya karşı gündeme getirilen dış müdahalenin arkasında doğal olarak bu ülkenin petrol kaynaklarına el koymak var. Bunun yanısıraVenezuella devletinin Brezilya ile işbirliği yaparak ortaya çıkardığı antiemperyalist tavır da müdahaleyi hazırlayan nedenlerden birisi olarak öne çıkmaktadır . Latin dünyasında ABD ve emperyalizm karşıtı bir çizgide hem bölgesel örgütlenmeler ortaya koymak hem de küresel alanda batı emperyalizmine karşı doğu ve güney bölgesi ülkelerini bir araya getirmek gibi anti empperyalist suç işleyen Venezuella’nın kapitalist mantığa göre cezalandırılması gerekiyordu . ABD’nin yeni saldırgan başkanı Trump, bu ülkenin Meclis başkanının devlet başkanı yerine koyarak , emekçi halk güçlerinin temsilcisi olan sendikacı başkan Maduro’yu devre dışı bırakmaya çalışmıştır . Ne var ki , aradan geçen zaman içinde Venezuella devleti ile ordusunun , halk kitleleri ile birlikte meşru seçimler yolu ile işbaşına gelmiş olan halkçı ve ulusalcı başkan Maduro’nun yanında oldukları ve onu sonuna kadar desteklemeye kararlı oldukları görülmüştür . ABD’nin en zengin petrol ülkesine müdahale ederken bazı batılı ülkeleri yanına alması, dünya halklarının tepkilerini dengelemeyi amaçlamış ama bir avuç ülkenin dışında kalan onlarca ülke antiemperyalist çizgide Madura yönetimindeki Venezuella’ya arka çıkmışlardır . Irak ve Suriye gibi ülkelere demokrasi görünümünde terör ,saldırı,işgal ve savaş götüren Amerikan emperyalizminin aynı oyunu Venezuella’da oynamak istemesine bütün dünya devletleri karşı çıkmaktadırlar .
S-5-Tam bu aşamada diğer dünya devletleri gibi anti emperyalist bir çizgide Türkiye’nin Maduro yönetimindeki Venezuella’yı desteklemesini nasıl görüyorsunuz ?
C-5- Türkiye Cumhuriyeti soğuk savaş döneminde batı ittifakı içinde yer aldığı için , batının emperyalist ülkeleri ile dünya devletleri arasında çatışma ya da savaş gibi olaylar ortaya çıktığı zaman doğal olarak batının yanında yer alıyor ve kendisi emperyalist bir ülke olmamasına rağmen emperyal saldırı ve işgalleri ya haklı görüyor ya da destekleyerek aslında kendi ulusal çıkarlarına aykırı bir yönde hareket ediyordu . Batı destekli işbirlikçi yönetimlerin Türkiye yönetiminde etkili olması nedeniyle ortaya çıkan bu çarpıklık yüzünden, Türkiye her zaman uluslararası politik alanda her zaman kaybeden bir ülke konumundan bir türlü kurtulamıyordu .Batının emperyalist devletleri Asya ve Afrika ülkelerini hegemonya alanı olarak görürlerken, benzeri bir yaklaşımı Türkiye için de benimsiyorlar ve bu doğrultuda Türkiye jeopolitik olarak dünyanın merkezi ülkesi olmasına rağmen kenar ya da kıyı ülkeleri gibi ikinci sınıf bir konuma sürükleniyordu .Batının desteklediği merkez sağ iktidarlar Türkiye’yi batının dümen suyunda tutarlarken ,Avrupa Birliğine alınmayan Türkiye bir Asya ülkesi konumuyla her zaman kaybeden bir ülke durumuna sürüklenmekten kurtulamıyordu . Avrupacı ,Amerikancı ya da İsrailci yönetimler Türkiye’yi her zaman için batı üçgeni içinde tutarak diğer dünya devletleri ile Türkiye’nin yakınlaşmasına izin vermiyorlardı . Bu nedenle de Türkiye bir türlü kendi çıkarlarına destek sağlayacak bir bölgesel ya da evrensel devletler birliği oluşumlarına bağımsız bir statüde katılamıyordu .
Zamanında Cezayir bağımsızlık savaşını görmezden gelen ve emperyalFransız devletinin yanında yer alan Türk devleti bu tür hatalara batılı büyük devletlerin baskıları ile sürüklendiği için Büyük Atatürk’ün her fırsatta dile getirdiği mazlum uluslarla yakınlaşma ve dayanışma içine girme şansından Türkiye her zaman için yoksun kalıyordu . Bu yüzden de Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlarda Türkiye hep masada haklarını kaybetmekten bir türlü kurtulamıyordu . Şimdi gelinen yeni dönemde batı bloku dağılırken , Avrupa ile ABD , İngiltere ile İsrail çekişmeler içine sürüklenirken ,Nato ittifakının önemini kaybettiği bunun yerine bir Avrupa Ordusunun ABD emperyalizmine karşı kurulma aşamasına gelindiği görülmektedir . Avrupa ülkeleri üzerinde hegemonyasını kaybetme aşamasına gelen ABD ise, yeni dönemde Orta Doğu petrollerini kimseye kaptırmamak üzere Arap devletleri ile birlikte , Orta Doğu stratejik işbirliği adı altında bir Arap Nato’su oluşturmaya çalıştığı yeni dönemde, Türkiye daha bağımsız hareket etme şansını elde ettiği için bu durumdan yararlanarak ABD emperyalizminin Venezuella’ya müdahalesine karşı çıkarak bu ülke halkının meşru temsilcisi olarak devletin başına geçmiş olan Maduro yönetimine destek çıkmıştır . Türk dışişleri bakanlığının Türkiye Cumhuriyetinin Venezuella halkının yanında olduğunu resmen açıklamasıyla, Türkiye ilk kez uluslararası alanda emperyalizme karşı dünya halklarının yanında yer almıştır .Daha önceki dönemlerde zaman zaman bir araya gelen iki devlet başkanı arasında başlayan yakınlaşma ortamı , emperyalist dış müdahalelere karşı iki ülkenin ortak bir dayanışma içine girmesine yardımcı olmuştur . Küresel emperyalizm döneminde batılı büyük ülkelerin baskısı giderek artarken, dünya halklarının kendi devletleri aracılığı ile her türlü dayanışmaya girerek , özgürlük ve bağımsızlıkları ile birlikte sahip oldukları hakları da yitirmemek için uluslararası bir dayanışma içinde olmaları gerekmektedir . Bu nedenle emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı verilerek kurulan devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti , kendisi gibi emperyalizmin saldırısına uğrayan dünya ülkelerinin yanında yer alarak zor günlerinde onlarla birlikte olmak durumundadır . Güneşin doğudan doğduğu gibi doğunun mazlum uluslarının dünya sahnesinde öne çıkarak ortamı aydınlatmaları ile insanlığın emperyalizm belasından kurtulma süreci hızlanacak ve daha adil ve eşitlikçi bir yapılanma yeni dünya düzeni içinde gerçekleşme şansı bulacaktır .
S-6-Söyleşinizin başlığında yer alan , “Tanrıya çok uzak , ABD’ye çok yakın “ nitelemesi ile neyi anlatmaya çalışıyorsunuz ?
C-6- Bu günümüzün kahramanı konumundaki Venezuella’nın içinde bulunduğu durumu açıkça ifade etmek için kullanılan bir değerlendirmedir . Beş yüz yıllık emperyalist dönemde bir çok haksızlığa uğrayan ve kuzeydeki süper güç olarak ABD emperyalizmi ile sürekli olarak uğraşmak zorunda kalan Latin ülkelerinin içinde bulundukları durumu, en açık bir biçimde açıklayan bir değerlendirme olarak da görülebilir .Onbeşinci yüzyıl sonrasında Avrupa kıtasından gelen göç dalgaları ile insanların yaşamaya başladığı Güney Amerika kıtası beş asırlık bir sömürgecilik uygulamasının hegemonya alanı olarak her zaman dünya gündeminde önde gelen bir yere sahip olmuştur .Önce İspanyolların geldiği bu kıtada nüfus zamanla artmış , Portekizlilerin öncülüğünde kıtanın orta bölgesi işgal edilerek Brezilya devletinin tarih sahnesine çıkması sağlanmıştır . İspanya’dan kovulan Yahudiler Portekiz aracılığı ile Brezilya devletini kurarlarken , İspanyolların bütün kıtaya egemen olmasını önlemişler ve bugünkü Venezuella topraklarında kurdukları Caracas kentini merkez yaparak bütün Güney Amerika’nın SimonBolivar’ın önderliğinde bağımsızlığa kavuşmalarını sağlamışlardır . Adına Bolivya ismi ile bir devlet kurulan SimonBolivar , bugünküVenezuella’nın başkenti olan Caracas’a yerleşerek Latin Amerika’nın bağımsızlığını İspanyol ve Amerikan emperyalizmlerine karşı savaşarak elde etmiştir . Tıpkı Türkiye gibi batı emperyalizmine karşı savaşarak bağımsızlıklarını elde edenLatin ülkelerinin, tarih sahnesine çıkış noktası olan antiemperyalist çizgideki varoluş mücadelesinin bugün de bu ülke halklarının kazanılmış haklarının korunması doğrultusunda,hem politikada hem de diplomasi alanında geçerli olmasında ,dünya barışı açısından yarar vardır .
Uzun süren savaşlar sonucunda İspanyol emperyalizminin işgalinden kurtulmuş olan Latin ülkelerinin daha sonraki dönemde ABD emperyalizminin kucağına düşmüş olması , Latin halklarını uzun süreli faşist yönetimlere mahkum kılmıştır . ABD Güneydeki ülkelerin bağımsız hareket etmelerini önlemek üzere her türlü komplo ve siyasal oyunun peşinde olmuş , Küba adasında bir ara ortaya çıkartılan Komünist rejimi bahane ederek ve kullanarak Latin ülkelerinde tırmandırdığı terör aracılığı ile Avrupa tipi parlamenter demokrasiden bu ülkeleri uzaklaştırarak, güney ülkelerini planlı bir biçimde iç karışıklıklara sürüklemiş ve sonunda bütün Latin ülkeleri soğuk savaş yıllarında yarım yüzyıllık faşist yönetimlere mahkum kılınmıştır . Başkan babaların sonbaharı hiçbir zaman bitmemiş ve ABD destekli generallerin cuntaları işbaşına gelmiş ve Latin halkları faşist babaların otoriter yönetimlerinden bir türlü kurtulamamışlardır . Askeri rejimlerin getirdiği kolay müdahale ortamlarında her zaman emperyalist güçlerin istekleri olmuş ,halkın serbest seçimlerle işbaşına getirdiği sol ve sosyalist rejimler askeri darbeler aracılığı ile ortadan kaldırılarak ,binlerce insanın katledildiği ya da uçaklar ile okyanus sularına atıldığı diktatörlük rejimleri Latin dünyasını çağdaş uygarlığın ışığından uzaklaştırmıştır . CİA destekli terör ve iç karışıklık senaryoları bütün ülkelerde gündeme getirilerek , bunların gerekçe olarak kullanıldığı darbe ortamları yaratılmıştır .
Bugün gelinen yeni noktada Venezuella bir kez daha dış müdahaleler aracılığı ile yeni bir darbe senaryosuna alet edilmeye çalışılmaktadır . Bu durumu bütün demokratik ülkeler ve halklar görerek anti emperyalist çizgide bu ülkenin yanında yeralırsa , ABD’nin çok yakında olmasından kaynaklanan riskler giderilebilir ve o zaman tanrının çok uzak olması ile ifade edilen haksız girişimler önlenerek , bir dünyaülkesi olarakVenezuella’nın yeni bir emperyal saldırıya hedef olması önlenebilir . Dünya halklarının dayanışması ile ve Latin ülkelerinin işbirliği ile ABD saldırganlığının önüne geçilebilirse ,işte o zaman haksızlıkları önleyecek olan Tanrının pek de uzakta olmadığı görülebilecektir .

28 Ocak 2019 Pazartesi

TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" -İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken!..

TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 19 Ocak 2019
İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken!..

İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken, Türklerin Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Anadolu’yu yeniden işgal ettiklerini öne sürmüş ve bu işgale artık son verilmesi gerektiğini söylemiştir. Yeni Bizans projesinin peşinde koşarak, kiliseler ile işbirliğine giren ve Fener Rum Patrikhanesinden emir alarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapan bu tür sözde bilim adamları ülkemizde yeni bir kafa karışıklığı yaratarak Türk devletinin çöküşüne giden yolu açmak istemektedirler. Türk Ceza Kanununun Türklüğü ve Türk devletini koruyan maddelerini Avrupa Birliği sürecinden yararlanarak ortadan kaldırmak isteyen ve bunu ifade özgürlüğü çerçevesinde gündeme getiren gayrimüslim ve gayri Türk kimseler ciddi bir Türk düşmanlığı yaparken yasaların korumasından kurtulmak ve dünyanın merkezi coğrafyası olan Anadolu üzerindeki Türk egemenliğine son vermek istemektedirler. Bu doğrultuda uluslararası hukuka göre resmi adı Türkiye Cumhuriyeti olan Türk devletini ortadan kaldırabilmek için akla gelen her yolu denemekteler ve yeni yeni yorumlar getirerek bin yıllık Türk egemenliğinin sona erdirilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmaktadırlar. Türklerin bu coğrafyada tarihten gelen bin yıllık egemenliğini bir türlü kabul etmek istemeyen ve bunu bir an önce kaldırmak isteyen gayrimüslimler, yeniden Bizans dönemindeki gibi Hıristiyan bir imparatorluk düzenine geçebilmek için, bu ülkedeki Türk varlığını bir işgal olarak nitelendirmekten de çekinmemektedirler. Bin senedir Türklerin egemen olduğu topraklarda ve bir Türk devletinin çatısı altında vatandaş olarak yaşamını sürdüren bir gayrimüslim bilim adamı Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak ilan etmekten çekinmeyecek derecede yüzsüzlük gösterebilmektedir.
Tarih biliminin verilerine göre Türkler
Tarih biliminin verilerine göre Türkler Orta Asya’da gün yüzüne çıkmışlar ve daha sonrada bazı gelişmeler nedeniyle Önasya’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Türkler bugünkü yaşadıkları Önasya topraklarına bin yıl önce göçler yolu ile gelmişler, bir süre sonra da Selçuklu İmparatorluğunu Horasan merkezli kurarak ve yeryüzünün merkezi coğrafyasında yayılarak geniş alanlarda bir Türk devleti ortaya çıkarmışlardır. Bugün ki İran merkezli bir Türk egemenliği bütün Orta Doğu’ya yayılırken, Türkler İran üzerinden Kafkasya, Anadolu, Suriye ve Irak topraklarına gelerek yerleşmişlerdir. Asya’da göçebe bir yaşam düzeni içinde yaşayan Türk kavimleri bir imparatorluk düzeni içerisine girince yerleşik yaşam düzenine geçmişler ve bu doğrultuda dünyanın merkezi topraklarını Türk topraklarına dönüştürmüşlerdir. Bu coğrafyada Türklerden önce yaşayan Hıristiyanlar ve Yahudiler Roma İmparatorluğunun çöküşü üzerine egemenliklerini yitirmişler ve yeni gelen Türklerin hegemonyasında oluşan devlet düzenine uyum sağlamağa çalışmışlardır. Türklerin Önasya’ya gelişleri bir otorite boşluğu alanı yaratıldığı için gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra Bizans İmparatorluğu da bu coğrafyada tutunamamış, İslamiyet’in çıkışından sonra kurulan Emevi ve Abbasi İmparatorlukları da çökme noktasına gelince Ön Asya topraklarındaki boşluğu Orta Asya ve Kafkasya üzerinden gelen Türk kavimleri doldurmuştur. Bugünkü Rusya toprakları üzerinde kurulmuş bulunan bir Türk İmparatorluğu olan Hazar devletinin çöküşü üzerine Türkler güneye doğru inmişler Kafkasya bölgesinden geçerek Horasan’a gelince Tebriz merkezli Selçuklu İmparatorluğunu kurarak merkezi coğrafyanın bütün bölgelerine yayılmışlardır. İşte bu süreç içinde Türkler kavimler halinde gelerek Anadolu’ya yerleşmişler ve bu yarımadayı Türkiye yapmışlardır. Daha haçlı seferleri sırasında bundan tam on yüzyıl önce Avrupa’dan gelen Hıristiyan ordularının komutanları Anadolu için Türkiye sözcüğünü kullanmışlar ve bu toprakların bir Türk ülkesi olduğunu kabul etmişlerdir.
Anadolu bin yıllık Türk ülkesi
Anadolu’nun bin yıllık Türk ülkesi olmasına rağmen yeniden bir Bizans özlemi içinde olan Hıristiyanların Türkleri işgalci ilan ederek bu projelerinin önünü açmağa çalıştıkları görülmektedir. Böylesine bir yaklaşım içinde Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ile beraber bu topraklarda Türk egemenliğinin sona erdiğini ilan ederek, Osmanlı sonrasında yeni bir Türk devleti olarak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu kabul etmek istememektedirler. Bu nedenle, Türklerin bütün dünyanın emperyalist güçlerine karşı vermiş oldukları ulusal kurtuluş savaşını bir işgal hareketi olarak suçlamaktan da hiç çekinmemektedirler. Bazı özel üniversitelerde tıpkı Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde olduğu gibi yabancı okullarda yapılan Ermeni, Kürt ve Rum sorunlarını ele alan konferanslar ve açık oturumlar, Osmanlı sonrasında yeniden gündeme gelen Türk egemenliğindeki siyasal yapının tasfiye edilmesini amaçlamaktadır. Eski yabancı kolejlerin arkasındaki misyoner örgütleri ve gayrimüslim vakıflarının günümüzde özel üniversitelerin arkasında çalışmalar yaptıkları ve destekler sağladıkları görülmektedir. Batı emperyalizminin hizmetinde yapılan bu girişimlerin tamamı, Anadolu’daki Türk egemenliğine son vererek çok uluslu ve çok dinli kozmopolit bir federasyon düzenini alt kimlikli eyaletler aracılığı ile gerçekleştirebilmenin arayışı içindedir. Bunların faaliyetlerine ve toplantılarına katılan alt kimlikli gayrimüslim bilim adamlarının da Türkleri Türkiye’de işgalci ilan etmekten çekinmemektedirler. Arkalarına Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletlerinin desteğini alan bu kişiler aynı zamanda Türk
Türk vatandaşı olmalarına rağmen
Türk vatandaşı olmalarına rağmen, Türk düşmanlığını sürdürmekten çekinmemektedirler. Bütün mesele gelip, eski Osmanlı topraklarında yeni bir Bizans İmparatorluğu kurmak ya da Büyük İsrail projesi doğrultusunda ABD ve İngiltere devletlerinin desteğini sağlamak noktasında düğümlenince, geleneksel Türk düşmanlığı doğrultusunda Türklerin işgalci ilan edilmesi kendiliğinden gündeme gelmektedir. Türklerin bu coğrafyadaki bin yıllık egemenliği görmezden gelinerek, kesin bir Türk karşıtlığının sergilenmesi çağdaş uygarlığı temsil ettiğini ileri süren batı ve onun işbirlikçisi batıcı güçlere hiç yakışmamaktadır. Batı bloğu beş yüz yıldır bütün dünyayı sömüren bir emperyalizmin örgütleyicisidir. Türkiye’deki azınlıklar da batı destekli bir yeni Bizans arayışına girdiklerinde manda ve himaye yönetimini Türk egemenliğine tercih etmektedirler. Böylesine Türk düşmanlığına yönelen gayrimüslim azınlıkların, bin yıllık Türk egemenliğinin ötesinde bazı tarih uzmanlarının dile getirdiği gibi on bin yılı aşan bir proto-Türk yerleşiminin Anadolu’nun çeşitli yörelerinde belirlendiğini de bilmeleri gerekir. Bu doğrultuda, Anadolu’nun on bin yıllık Türk toprağı olduğunu öne süren ciddi bilimsel eserler vardır. İtalya ve İspanya yarımadasına ilk yerleşen kavimlerden birisi olan Etrüsklerin de Türk asıllı olmaları proto-Türk alanda çalışmalar yapan bilim adamlarının tezlerini doğrulamaktadır. Roma ve Bizans imparatorluklarından çok önceki dönemde Ön Asya ve civarına gelen Türk kavimlerinin bu bölgelerde yerleştiğini artık birçok bilim adamı kabul etmektedir. Onbin yıllık Türk geçmişinin bulunduğu bu topraklarda hiç kimsenin Türkleri işgalci olarak ilan etme hakkı bulunmamaktadır. Bunun aksi örnekler, çağdışı art niyetli girişimlerdir. Ne yazıktır ki, bazı gayrimüslim bilim adamları da sırf din farkı ya da etnik köken ayrılığı nedeniyle böylesine olumsuz durumlara sürüklenebilmektedirler.
Türklerin onbin yıldır bu bölgede yaşadığı gerçeği
Türklerin onbin yıldır bu bölgede yaşadığı gerçeği dikkate alınırsa, Anadolu topraklarındaki Türk tarihi belirli bir tasnife göre açıklanabilir. Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerin proto-Türkler aracılığı ile on bin yıl önce olduğuna göre, bu durum birinci dalga Türkleştirme olarak kabul edilebilir. Hazar İmparatorluğunun yıkılmasından sonra ki göçlerle Selçuklu İmparatorluğunun kurulması ile de bu merkezi coğrafyada ikinci dalga Türkleştirme gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ise Türk egemenliğinin Balkanlar üzerinden Avrupa’ya da yayılmasını sağlamış ve bu toprakların Türkleştirilmesini daha da güçlendirmiştir. Milliyetçilik cereyanlarının Balkan ülkelerini Osmanlı İmparatorluğundan koparmasından sonra yaşanan Birinci Dünya Savaşı ile merkezi coğrafyadaki Türk egemenliği sona ermiştir. Bunun üzerine batılı emperyalistler Osmanlının merkezi topraklarını işgale başladığında, Türk ve Müslüman halk kitleleri bu saldırıya karşı direnerek bir ulusal kurtuluş savaşı vermişler ve sonucunda zafer elde ederek yeniden Türk egemenliğini tesis etmişlerdir. İşte bu kurtuluş savaşını gayrimüslim bilim adamları ya da uzmanların bir işgal olarak ilan etmeleri, çok ciddi bir saptırmadır. Türklere karşı haksızlık yapmayı ve her zaman çifte standart bakmayı alışkanlık haline getirmiş olan batı dünyası ve gayrimüslim azınlıklar, Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak ilan edecek derecede ileri gitmektedirler. Türklerin tarihten gelen geleneksel hoşgörüsünü rencide edecek derecedeki bu haksız tutumun artık bir sona ermesi gerekmektedir. Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak gören zihniyet bu topraklarda yeni Bizans ya da Büyük İsrail kurulması ardında koşan Batı emperyalizminin bir uzantısıdır. Türkiye Cumhuriyetini geçici bir devlet olarak gören bu kesimler, Türk devletini ortadan kaldırabilmek için her yolu denemektedirler. Türk ulusu bu kadar haksızlığa artık bir son vermek durumundadır. Toplumda giderek bu doğrultuda gündeme gelen bilinçlenmenin ciddi bir ulusal tepkiye yol açmasından çekinen bu saldırgan çevreler, Türklerin haklı tepkilerini önleyebilmek üzere Türkiye’de yeni iç karışıklık ve kavgalar çıkartabilmenin kışkırtıcılığı içindedirler.
Kürdistan, Ermenistan, Pontus, Bizans, İyonya, Trakya, Kapadokya
Türkiye topraklarından Kürdistan, Ermenistan, Pontus, Bizans, İyonya, Trakya, Kapadokya gibi gayri Türk ve gayrimüslim küçük eyalet devletçikleri çıkartabilmenin çabası içinde olan batı emperyalizminin işbirlikçisi çevrelerin Türkiye’deki Türk egemenliğine karşı yürüttükleri komplolara ve emperyalist oyunlara karşı artık Türk ulusunun Atatürk’ün izinde giderek daha bilinçli ve kararlı bir tutum içerisine girmesi gerekmektedir. Madem onlar Türkiye’deki Türk devletini geçici bir düzen olarak görüyorlarsa, o zaman ulusal kurtuluş savaşında sürdürülen antiemperyalist bir çıkış ile Türklerin Türkiye’ye yeniden yerleşmeleri sağlanmalıdır. Türkiye’nin yedi coğrafi bölgesinde alt kimlikli ayrı devletçiklerin gündeme getirilmeğe çalışıldığı bu aşamada Türkler Türkiye’nin her bölgesine yeniden yerleşerek ulusal ve üniter siyasal yapılanmanın güçlendirilmesini bir an önce sağlamalıdırlar. Bu topraklarda yedi yüzyıla yakın bir süre egemenliğini sürdürmüş olan Osmanlı İmparatorluğu ile ondan önceki Türk devleti olan Selçuklu İmparatorluğunun yönetim tarihinden bugünün Türkiye’si için dersler çıkarmak gerekmektedir. Selçuklu ve Osmanlı yönetimleri merkezi coğrafyadaki egemenliklerini koruma doğrultusunda neler yaptıysa, Türkiye Cumhuriyetinin de aynı yoldan giderek benzeri yöntemlerle Türk devleti ile Türk ülkesini bütünleştirmesi gerekmektedir. Anayasada var olan Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sağlayacak derecede yeni ulusal ve üniter yapı güçlendirilmelidir. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde dıştan desteklenen ayrılma ya da merkezden uzaklaşma gibi eğilimlerin önünü kesecek yeni yaklaşımların geliştirilmesi bölünmenin önlenebilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Dünyanın merkezindeki Türk devleti bu aşamada birliğini ve bütünlüğünü koruyabilirse bütün Türk dünyası için bir cazibe merkezi konumuna gelebilecektir.
Türklerin Anadolu’ya yeniden yerleşmeleri gerekmektedir.
Türkiye’de dağılma ve çözülmenin önlenebilmesi için Türklerin Anadolu’ya yeniden yerleşmeleri gerekmektedir. Bazı büyük ilçelerin bu doğrultuda iç dengeleri yeniden sağlayacak çizgide vilayet yapılmaları yarar sağlayabilir. Böylece büyük illere göç önlenebilir ve nüfusun ülke sathına yeniden yayılması sağlanabilir. Ayrıca, kendisini şimdiden eyalet merkezi ya da müstakbel yeni devletlerin başkenti ilan eden bazı büyük illerin bölünmesi de eyaletleşmenin önüne geçilmesinde katkı sağlayabilir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin idari taksimatının yeniden düzenlenmesi, alt kimlikli ayetleşmeye izin vermeyecek derecede ulusal ve üniter yapının güçlendirilmesini sağlayacak doğrultuda bir ulusal idari reforma acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Böylesine bir milli idari reformu bir iktidar programına dönüştürecek bir siyasal parti beklenmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin bu topraklarda kalıcı bir devlet olarak yoluna devam edebilmesi için böylesine bir milli program iktidarına gereksinme vardır. Türkler, Anadolu’ya yeniden yerleşerek hem Misak-ı Milli sınırları içerisinde ulusal yapının güçlenmesine yardımcı olmalılar, hem de bu şekilde devletlerini güçlendirerek, merkezi coğrafyanın, merkez devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğe taşınmalıdırlar.