18 Ağustos 2018 Cumartesi

ANKARA KALESİ–241 "AVRASYA'DA PAN–SİYONİZM" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 26 Mart 2018) - Dünya anakaralarının birleştiği coğrafyaya, bilim çevreleri Avrasya adını verdiği için bu kavram daha çok Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın birleştiği merkezi alanın adı olarak öne çıkmaktadır.

ANKARA KALESİ–241
"AVRASYA'DA PAN–SİYONİZM"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
(Ankara, 26 Mart 2018)
Dünya anakaralarının birleştiği coğrafyaya, bilim çevreleri Avrasya adını verdiği için bu kavram daha çok Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın birleştiği merkezi alanın adı olarak öne çıkmaktadır. Her üç kıtanın birbirine açılan ve birbiriyle bağlantı sağlayan toprakları bir bütün olarak ele alındığında ise ortaya Avrasya adını taşıyan bir büyük bölge kıtasal yapılanma ile kimlik kazanmaktadır . Amerika yeni kıta , Avustralya ise dış kıta olarak olarak yeryüzü haritasında yerlerini alırken , Avrasya bölgesinde kesişen Asya ,Avrupa ve Afrika kıtaları gibi eski insanların binlerce yıl yaşamış olduğu bölgeler insanlık tarihinin oluşumunda önem kazanmaktadır . Bu nedenle her üç kıtada meydana gelen değişiklikler ile yaşanan olayların ortak bölge üzerinden birbirleri üzerinde etkiler yarattığı ve birbirlerinin tarihinin oluşumunda etkili bir faktör olduğu , tarih biliminin ortaya getirmiş olduğu önemli bir gerçektir . Her alanda gelişme gösteren değişik bilim dalları üç eski kıta ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda sahip olunan ortak alanın kıtalar arası gelişmelerde belirleyici olduğunu ortaya koyduğu için Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda bu kıtalar arası etkileşim çizgisini iyi izlemek gerekmektedir . Tarih biliminin dile getirdiği geçmişin olayları ele alındığı zaman , böylesine bir etkileşim ağının zamanla kendiliğinden devreye girerek olayların gelişim çizgisinin belirlenmesinde etkili olduğu göze çarpmaktadır .

Avrasya kavramı coğrafya biliminin insanlığa kazandırmış olduğu bir açıklama ya da tanımlamanın adı olarak doğmuştur . Özellikle Asya ve Avrupa kıtalarının birbirine yaklaştığı ve birleştiği bölgelerin bütünüyle yer aldığı kıtasal alanda,Avrupa ve Asya kavramlarının içiçe geçmesinden kaynaklanan birleşik bir isim olarak Avrasya kavramı belirginlik kazanmıştır . Asya , Avrupa ve Afrika kıtaları kendi başlarına bir kıtasal alanın adı olarak varlıklarını sürdürürken , her üç kıtada ortaya çıkarak diğer kıtalara sıçrayan siyasal ve sosyal gelişmelerin yarattığı ortak alan yapılanmalarının ayrıca ifade edildiği durumlarda ise birleşik bir kavram olarak Avrasya kavramına başvurulmuştur . Bu doğrultuda , Asya’da kurulmuş olan büyük imparatorlukların Avrupa kıtasına yönelmeleri ya da Avrupa kıtasında gündeme gelmiş siyasal yapılanmaların zaman içinde genişleyerek Asya ya da Afrika kıtalarına sıçramaları gibi durumlar, kıtalar arası birleşik gelişmeler olarak inceleme konusu yapıldığında Avrasya kavramı öne çıkmaktadır . Tarihte üç kıtadan çıkan siyasal yapıların ya da uygarlıkların zaman içerisinde bu birleşik durumdan yararlanarak zamanla diğer kıtalara doğru bir genişleme eğrisi gösterdiği görülmektedir . Asya’da tarih sahnesine çıkan devletlerin Hunlar ya da Osmanlılar gibi Avrupa ve Afrika bölgelerine yayılması gibi , Avrupa merkezli bir büyük devlet olarak Roma İmparatorluğu da, hem Asya hem de Afrika kıtalarında genişleme olanaklarını değerlendirerek dünya hegemonyası oluşturma çabası içerisinde olmuştur . Bütün devletler bu doğrultuda diğer siyasal güçlere ve yapılanmalara karşı üstünlük sağlama doğrultusunda rekabet içinde olmuşlardır .

Orta Doğu bölgesi Avrasya kıtasal alanı içerisinde var olan merkezi bir bölge olarak her üç kıtanın tam ortasında yer alan bir orta dünya olmuştur . İngiltere merkezli bir dünya yapılanması sürecinde , merkeze kendisini oturtan İngiliz imparatorluğu dünyanın üç büyük kıtasının kesişme noktası olan orta dünya alanına, Orta Doğu adını verdiği için bu merkezi coğrafya yaklaşık beş yüz yıldır Orta Doğu ismi ile ifade edilmektedir . Orta Doğu bölgesinin bir ucu Balkanlara , bir ucu Kafkaslara diğer ucu da Kuzey Afrika’ya uzandığı için her üç kıtanın kesişme noktası olmuştur . Asya kıtasının birer parçası olan Arap ve Türk yarımadalarında gündeme gelmiş olan siyasal oluşumlar hemen Avrupa ve Afrika kıtalarına da sıçrama göstermiş ve tarihe geçen olaylarda her üç kıtanın birlikteliğini yansıtmıştır . Üç kıtanın topraklarının kesişme noktasında yer alan Orta Doğu bölgesi aslında dünyanın merkezi toprakları olarak jeopolitik gelişmelerde önemli misyonlar üstlenmiştir .Makedonya imparatorluğu Balkanlar’da tarih sahnesine çıkarak Anadolu ve Arap yarımadası üzerinden Asya bölgesine yayıldığı gibi , Selçuklu İmparatorluğu da Kafkas bölgesinden ortaya çıkarak Avrupa bölgesine doğru bir yayılma süreci izlemiştir . Afrika’da ortaya çıkan devletler ise zaman içerisinde kuzeye doğru açılarak kendilerini güvence altına almak için çaba gösterirlerken ,aynı zamanda Asya ve Avrupa bölgelerine doğru genişleyebilmenin yollarını aramışlardır .

Orta Doğunun tam ortasında yer alan Arap yarımadası üzerinde ortaya çıkan devlet yapılanmaları ise bu yarımadanın tamamını ele geçirdikten sonra, Anadolu yarımadasına ya da Kıbrıs üzerinden Avrupa bölgesine doğru genişleyebilmenin arayışı içinde olmuşlardır .Üç büyük dinin tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Doğu bölgesinde kurulmuş olan Yahudi,Hrıstıyan ve Müslüman devletler Arap yarımadasını tümüyle fethettikten sonra Anadolu üzerinden Asya kıtasına , Balkanlar üzerinden ise Avrupa kıtasına doğru genişleme çabası içerisinde olmuşlardır . Bu yüzden Orta Doğu tarihi bir anlamda Avrasya tarihi ile özdeş bir konuma gelmektedir . Üç kıtanın kesişme noktasında yer alan Orta Doğu bölgesindeki her gelişme üç kıtaya birden yayıldığı gibi , bu üç kıtada meydana gelen siyasal ya da sosyal gelişmelerin merkezi coğrafya üzerinden Orta Doğu bölgesini etkisi altına aldığı görülmektedir . Kutsal topraklar adı verilen merkezi alandan dünya sahnesine çıkmış olan üç büyük tek tanrılı dinin dünyaya yayılması sırasında , Orta Doğu toprakları her zaman için merkez olma misyonuna sahip olmuştur . Bu yüzden dinler arası rekabet mücadelesinde Orta Doğu bölgesi her zaman için bir çekişme alanı olarak öne çıkmıştır .Kıtalar arası yakınlık ile birlikte öne çıkan kesişme noktaları üzerinden kıtadan kıtaya geçişler her zaman için kolay olmuş ve bu yüzden de üç kıtadan birinde kurulmuş olan devletler, hemen komşu kıtalarda yayılma eğilimi içine girerek genişleyebilmenin ve bu zor coğrafya da ayakta kalabilmenin arayışları içinde olmuşlardır . Bir anlamda Orta Doğuda ortaya çıkan bütün devletler ya da dinler, merkezi alanda var olabilmek ve kıtalar üzerinden gelebilecek saldırılara ya da tehditlere karşı kendilerini güvence altına alabilmek üzere, kendi bulundukları topraklara sınır komşusu konumundaki diğer bölgeleri de doğal olarak egemenlikleri altına alabilmenin çabası içerisine girmektedirler .

Roma İmparatorluğu Akdeniz üzerinden Orta Doğu bölgesine geldiğinde merkezi topraklarda var olan Yahudi devleti yıkılmış ve bu devletin toprakları üzerinde yaşamakta olan Yahudiler her üç kıtaya dağılarak , yaşamlarını Avrasya kıtasının değişik alanlarında sürdürebilmenin yollarını aramışlardır . Bu nedenle Akdeniz kıyıları üzerinden hem Avrupa hem de Afrika kıtalarında Yahudiler dağılarak kendileri için yeni ülkeler bulmaya yönelmişlerdir .İspanyadaki Endülüs devletinden Pers İmparatorluğuna , Hazar devletinden Asya’nın değişik bölgelerine kadar dağılan Yahudiler hep yeni bir yurt arayışı içinde olmuşlardır . Dünyanın jeopolitik merkezinden kovulma olgusu , Avrasya kıtasının geniş topraklarını yeni alternatif ülkeler olarak gündeme getirdiği için merkezi alandaki kutsal topraklar üzerinden gündeme getirilmiş olan devletin güvenlik alanını , Avrasya kıtasının tamamında gündeme getirmektedir . Her üç kıtadan saldırı tehdidi karşısında kalan orta dünya topraklarının güvenliği için , merkezi devletin sınırları boyunca uzanıp gitmekte olan Avrasya coğrafyasının tümüne egemen olmanın gerekliliğini dünya haritası ortaya koymaktadır . Orta Doğu tarihinde ortaya çıkan birbirinden farklı durumlar da ,merkezde kurulacak bir devletin güvenliği için Avrasya bölgesinin tamamını dikkate alacak bir biçimde genişleme ve güçlenme gereksinimi olduğu görülmektedir . Bu doğrultuda ,Kafkas devletleri Orta Doğu bölgesini kontrola çalışırken , Orta dünya devletleri de Hazar bölgesini kendi güvenlikleri için denetim altına almaya çalışmışlardır . Bu yüzden günümüzün İsrail devleti , kurulu bulunduğu Filistin toprakları ile yetinmemekte , kutsal toprakları çevreleyen Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesişme noktasındaki bütün ülkelerde ,Balkanlar’dan Kafkaslara kadar güçlü etki oluşturarak kendi güvenliğini garanti altına alabilmenin çabası içindedir .

Dünya tarihi incelendiği zaman , merkezi coğrafyanın bütününü kontrol altına alma çabası içerisine giren devletler olduğu gibi bütünüyle merkezi coğrafya devleti olarak kurulan ve daha sonra yayılma eğilimleri gösteren , Roma , Hazar, Pers, Selçuklu , Osmanlı ya da Makedonya gibi imparatorluklar da olmuştur . Avrasya kıtasının orta Avrupa’dan başlayarak orta Asya’ya kadar uzanan geniş topraklar üzerinde kurulmuş olan devletler , her zaman için Avrasya adı verilen bir büyük coğrafyanın mutlak egemeni olarak güçlenmek istemişler ama kıtaların diğer bölgelerinde bulunan devletler buna izin vermeyince her zaman çatışma çıkmıştır . Bu yüzden Avrupa’nın önde gelen büyük devletleri Avrasya bölgesini sürekli savaşlara sahne olan yer olarak karanlıklar, ya da felaketler coğrafyası olarak tanımlamışlardır .Bölge devletlerinin her zaman için aralarındaki din ve kültür farklılıkları yüzünden sıcak çatışmalara yönelmeleri yüzünden, kutsal topraklar her zaman için kan ve barut kokusundan kurtulamamış ve bu yüzden de Avrupalılar bu bölgeye felaketler bölgesi adını vermekten çekinmemişlerdir .Karanlık senaryolar felaket olarak nitelendirilebilecek acı sonuçlar yarattığı için dünya tarihinin kan ve barut dolu sahneleri hep bu bölgede ortaya çıkmıştır . Birbirine denk devletler kurulduğu zaman ya da bölgedeki devlet düzeni içinde büyük ve küçük siyasal yapılar olarak dengesiz bir durum ortaya çıktıkça ,yeni savaş senaryoları ya da devletler arası birbirine saldırı girişimleri birbiri ardı sıra gündeme gelebilmiştir .Her zaman bölge devletleri arasında yaşanan rekabet çekişmeleri yeni savaşları ortaya çıkarmıştır . Bölgede savaşları ve saldırıları önlemek isteyen devletler kendilerinin egemenliğinde bir büyük devlet oluşumuna giderek merkezi coğrafyaya barış getirmek istemişler ama kıtalardan gelen imparatorluk yapılanmaları merkezi alana kıtalardan müdahale etme eğilimi içine girdikleri için bu gibi barış arayışları sonuçsuz kalmıştır .Kıtalarda ortaya çıkan imparatorluklar her zaman bir dünya hegemonyası peşinde koştukları için ,merkezdeki devletlerin büyümesini önlemek üzere saldırılara yönelmişlerdir . Zamanında Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelerek Yahudi devleti olarak ikinci İsrail’i yıkması bu durumun en açık örneğidir .

Dünya tarihi içinde merkezi coğrafyanın geçmişine bakıldığında, büyük imparatorlukların zaman içerisinde birbirlerinin yerini aldıkları görülmüştür .Bugünkü bölge haritasının kesinlik kazanmasında yaşanan siyasal gelişmeler açısından durum değerlendirildiğinde , yirminci yüzyıla girerken var olan siyasal yapılanmanın çöküşü üzerine bugünkü merkezi alan haritasının ortaya çıktığı anlaşılmaktadır . Dünya Birinci Cihan savaşına doğru sürüklenirken merkezi alanda yer alan Osmanlı ,Rus ve Avusturya imparatorlukları egemenliklerini devam ettirebilmenin çabası içerisine girmişler ama batılı emperyalist devletlerin müdahaleleri yüzünden varlıklarını güvence altına alabilecek yeni yapılanmalara yönelemedikleri için , Birinci Cihan savaşı ile birlikte yıkılarak tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır . Bu devletler yıkılmamak ve Avrasya coğrafyasında varlıklarını sürdürebilmek amacıyla on dokuzuncu yüzyılın bilgi birikiminden kaynaklanan bazı yeni siyasal açılımları, savaş ya da çatışmalar yolu ile değil ama siyasal senaryolar üzerinden geliştirmeye çalışmışlardır . Orta dünyanın üç büyük devleti kendi kimliklerine dayanan devlet yapılanmasını birbirlerine karşı geçerli kılmak isterlerken , Avrasya halklarını kendi çizgilerinde geliştirdikleri politik yapılanmalar içinde biraraya getirmeye ve bu gibi birlikler üzerinden de imparatorluk coğrafyasında yaşayan halk topluluklarını geleceğe dönük bir birliğe kendi kontrolları altında yönlendirmek istemişlerdir . Ne var ki , bu gibi girişimler zamanla sonuçsuz kalınca , orta dünya devletleri arasındaki çekişmeler tarihin savaşlarla sürmesine zemin hazırlamıştır . Merkezi coğrafyanın tarihi bu nedenle fazlasıyla savaşlarla doludur . Fransız devriminin tarih sahnesine kazandırmış olduğu ulus devlet olgusu on sekizinci yüzyılda bütün dünyada var olan devletleri derinden sarsmaya başlayınca , imparatorluklar kendi sınırları içerisindeki çeşitli bölgelerin ayrılmalarını önleyebilmek için ulusçuluk akımlarına yönelmişler ve bu doğrultuda uluslaşma süreçlerini kendi toplumsal gerçeklerine dayanan bir doğrultuda başlatarak , geleceğin en güçlü devleti olabilmenin girişimlerini sürdürmüşlerdir . Avrupa devletleri uluslaşırken , merkezi alanın imparatorlukları da uluslaşabilmenin yollarını aramışlar ve bu doğrultuda bölünmeyi önleyebilmek amacıyla birleştirici akımlara yönelmişlerdir . Rus kimliği yetersiz kalınca Rusya devleti etnik Slavkimliğini öne çıkarmış ve Ortodoks dininin birleştiriciliğinden yararlanabilmenin arayışı içinde olmuştur .Rus Çarlığı sınırları içinde yaşayan Rus toplumunun yetersiz kaldığı noktada, Ruslar hem dini hem de etnik yapıları kullanarak imparatorluk arazisi içinde daha güçlü bir ulus devlet yaratabilmenin arayışını sürdürmüşlerdir .Ulusculuk akımları Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun parçalanmasına yol açınca ,hem Rus Çarlığı hem de Osmanlı İmparatorluğu toplumsal tabanlarını genişleterek daha güçlü bir yapılanmanın arayışını öne çıkarmışlardır . Bu doğrultuda hem Rus milliyetçiliği hem de Osmanlı milliyetçiliği devlet eli ile örgütlenerek devreye sokulmuştur .Ne var ki , Avrupa toplumlarının sahip olduğu kültür ve bilgi düzeyinden çok geride olan merkezi alan devletlerinin ulusçuluk cereyanları istenen sonuçları sağlayamamıştır . Bunun üzerine devletleri güçlendiren ulusçuluk akımlarından vazgeçen merkez devletleri bölgesel hegemonyalarını genişleten yeni birleştirici akımlarla,bölge halklarını kendi hegemonyaları altında geliştirebilmenin arayışı içinde olmuşlardır .

Avrupa kıtasını saran milliyetçilik doğu Avrupa üzerinden merkezi imparatorlukların parçalanmasını gündeme getirince ,buna tepki olarak birleşmeyi ve daha geniş alanlarda birleşik bir kimliği geçerli kılmak isteyen Pancılık akımları öne sürülmüştür . Birleştiricilik ve birlik oluşturma gibi anlamlara gelen Pancılıkakımlarını , hem Rus devleti hem de Osmanlı devleti siyasal güçleri ile örgütlemeye çalışmışlardır . Rus Çarlığı geniş alanlardaki hegemonyasını sürdürmek üzere bir yandan etnik kökenine dayanan Pan-Slavizm akımını örgütlerken ,diğer yandan da dinin birleştirici gücünden yararlanmak üzere Pan-Ortadoksculuğuörgütlüyordu . Rusya hem toprakları üzerindeki halk topluluklarının kopmasını önlemek hem de sınırları dışında yaşayan diğer Ortadoks kitleleri hegemonyası altına alabilme doğrultusunda etkinliğini artırabilmek amacıyla,Pan-Slavizm akımına yöneliyordu .Ruslar bu konuda çok hassas davranarak kesin ve kararlı bir biçimde Pan-Slavist politikaları gündeme getirince , bu durumdan rahatsız olan Almanlar’da bir kaç yüz prenslikten oluşan Cermen topluluğunu ,Pan-Cermenizm akımı çatısı altında toplayarak büyük bir Alman imparatorluğu hedefine doğru yöneliyordu .Ruslar tüm Slavların İmparatorluğunu kurmaya çalışırken Prusyalılar da tüm Cermenlerin imparatorluğunu kurabilmenin çabası içerisinde,Pan-Cermenizm akımını gündeme getiriyorlardı . Doğu Avrupa bölgesinde Almanlar ve Ruslar geleceğe dönük bir yarış içerisine girerken , Pan-Slavizm ve Pan-Cermenizm akımları arasında büyük bir yarış başlıyordu . Ruslar Slavcılık politikalarının yetersiz kaldığı yerlerde Pan-Ortodoksculuk üzerinden destek sağlamaya çalışırlarken , Almanlar da Pan-Cermenizm’e daha geniş destek sağlamak üzere Pan-İslamizm akımını öne çıkarıyorlardı . Pan hareketleri ile geniş Avrasya coğrafyasında egemenlik yarışı tırmanırken , Almanlar doğu politikası ile merkezi coğrafyaya yöneliyor ve hem Osmanlı hem de İran devletlerinin çatısı altında yaşamakta olan Müslüman kitleleri ,Pan-İslamizm akımı sayesinde kendi denetimleri altına almak istiyorlardı .Orta Avrupa’dan Orta Asya’ya doğru uzanıp giden Avrasya coğrafyasının Müslüman asıllı halklarına Pan-İslamizm üzerinden ulaşmayı hedefleyen Cermen İmparatorluğu Alman devletinin kurucu gücü olan Töton şövalyelerinin adını yeni kurulacak Cermen –Müslüman imparatorluğuna vereceğini bütün dünyaya ilan ediyordu . Almanlar , kuzeydeki Rus gücünü aşabilmek ve merkezi alana egemen olabilmek uğruna İslam dünyasına yönelerek Pan-_İslamizm politikaları ile Rusların, İngilizlerin ve diğer emperyal güçlerin önünü keserek Töton İmparatorluğunun önünü açmak istiyorlardı .

Pancılık akımları genişleyerek yayılırken Avrupa’nın ortalarında Almanlar ile Ruslar arasında sıkışıp kalan Macarlar da kendilerini kurtarmak üzere ulusal çıkarları doğrultusunda iki emperyalist güce karşı yeni bir birleştirici bir yol arıyorlardı . Cermenler ve Slavlar kadar geniş nüfusa sahip olmayan Macar devleti , Avusturya’dan ayrıldıktan sonra kendi gelmiş oldukları kökenlerine uygun bir yeni birleştirici akımı ,Pan-Turanizm olarak başkent Budapeşte’den resmen ilan ediyorlardı . Cermenler gibi Avrupalı olmayan ve Ural-Altay bölgesinden göç ederek Avrupa kıtasına gelen Macarlar , birPancılık akımı yaratarak Ruslara ve Cermenlere karşı kendilerini koruyamayınca ,bunun üzerine Hazar kökenli Macar aydınlarının öncülüğünde , İran bölgesinin kuzeyinde yer alan Turan bölgesinde bir büyük birlik kurmayı hedefleyen Pan-Turanizm akımını Avrasya hegemonyasında yeni bir alternatif olarak ortaya koyuyorlardı . Macar Musevilerinin öncülüğünde örgütlenen bu yeniakım , Hazar döneminden gelme bir birikimi Türkler ile akraba bir boy olan Macarların önüne koyuyordu. Onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında bir krallık kurmuş olan Macarlar , Almanların ve Rusların dayattıkları Pancılık akımlarına karşı hem kendilerini korumak hem de geldikleri bölge ile yaşadıkları bölgeler arasında bir köprü oluşturabilmek üzere Pan-Turanizme yöneliyorlardı . Rusya sonrası bir bölgesel hegemonya arayan Macar Turancıları arzu edildiği gibi Slavlara ve Cermenlere karşı güçlü bir alternatif oluşturamadılar. Rusların ve Cermenlerin alternatif akımları Pan-Ortodoksculuk ya da Pan-İslamizm olarak devreye girdiği aşamada , Macar Turancıları bu dini hegemonya arayışına karşı bir Pan-Judaizmi ya da Pan-Siyonizmi açıktan ortaya koyarak savunamadılar . Bu yüzden de Avrasya’nın geleceği ile ilgili akımlar arasındaki yarışta Pan-Turanizm biraz geride kalıyordu .

Macaristan’da doğan Pan-Turanizmakımı yeterince etkili olamayınca , bu akımı daha da güçlendirmek üzere Türkcülük akımlarından yararlanmak istenildi ve Pan-Turanizm’in tamamlayıcısı bir doğrultuda Pan-Türkizmi’de devreye sokarak sonuç almaya çalıştılar ama gene de Cermenlere ve Ruslara karşı başarılı olamadılar .O dönemde Türkçülük Macaristan’da değil ama Rusya’da yaygınlaşıyordu . Ayrıca Paris’e giderek eğitim alan Osmanlı aydınlarının da Jön-Türk akımına kapılmaları yüzünden , Türk dünyasına yönelen birleştirici bir hareket olmak açısından Rusya ve Fransa gibi devletler öne çıkıyordu . İngiltere’nin Budapeşte üzerinden Avrasya Türk dünyası ile yakından ilgilenmesi ve Vambery gibi bir Türkologu Orta Asya bölgesine göndermesi üzerine gündeme gelen ,Pan-Türkizm akımı da Jön-Türkizm akımı ile birlikte devreye giriyordu . Pan-Turanizmin yaratmış olduğu ortamdan yararlanan Türkçüler ,hem Fransa üzerinden İsviçre’de Türkçülüğe yöneliyorlar , hem de Macaristan üzerinden yeni bir Pan-Türkizmi Osmanlı ülkesine taşımaya öncelik veriyorlardı . Pan-Turanizmi desteklemek üzere öne çıkarılan Pan-Türkizmakımı ,kısa bir süre içinde daha etkili olarak öne çıkıyor ve Osmanlı sonrası dönem için bir Türk devletinin kurulmasını sağlayacak derecede önemli siyasal birikimi imparatorluk sonrası dönemde devreye girebilecek düzeyde öne çıkarıyordu . Paris’teki Jön-Türk birikimi Budapeşte’deki Pan-Türkizm akımı ile birleşince , Anadolu yarımadası üzerinde çağdaş Türk devleti kuracak düzeyde birleştirici bir Türkçü açılım gündeme getiriliyordu . Daha sonra Türk milliyetçiliğini bir akım olarak geliştiren bu birikim , bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin tarih sahnesine çıkması açısından da yardımcı oluyordu . Avrasya’nın geleceği için Cermenler ve Ruslar arasındaki çekişmeye Budapeşte merkezli Pan-Turanizm üzerinden, Türkler de Pan-Türkizm akımını bu aşamada devreye sokarak katılıyorlardı .Böylece yirminci yüzyılın yeni dünya düzeni arayışı merkezi alanda bir çekişme ile öne çıkıyordu .

Avrasya toprakları orta dünya olarak Pancılık akımları arasında bir yarış alanına dönüşürken Pan-Turanizm ve Pan-Türkizm akımları arasındaki işbirliği , Osmanlı hinterlandının merkezinde bir Türk devletini tarih sahnesine çıkarıyordu . Böylece Birinci Dünya savaşı sürecinde Atlantik güçleri dünyanın merkezine gelmeye hazırlanırken , birer büyük Avrasya İmparatorluğu kurmak isteyen Rusların ve Almanların önü kesiliyordu . Geleceğe dönük iki emperyal projenin önü kesilirken , bölgenin diğer kalabalık nüfusunu oluşturan Türklerin önü bölgesel boşluğun doldurulması açısından açılıyordu . Böylece Jön-Türklük ile Pan-Türkizm birleşmesinden meydana gelen Türkçülük akımı hızla örgütlenerek kendi devletini orta dünyanın merkezinde oluştururken , bu coğrafya da yeni bir devlet kurmaya yönelen ve Osmanlı sonrası dönemde merkezi alana egemen olmak isteyen bir başka etnik ve dini grup olarak Museviler de hem Atlantik güçlerinin desteği ile Orta Doğu’ya geliyorlardı. Bu aşamadan sonra Siyonizm akımının desteğiyle oluşturulan yeni ortamda ,Museviler Siyonizm akımı aracılığı ile bir siyasal arayış içerisine girerek iki bin yıl sonra bir Yahudi devletini merkezi coğrafyanın tam ortasında kuracak biçimde , kutsal toprakları ele geçirmek üzere harekete geçiyorlardı . Birinci dünya savaşı sonrasında bölgede bir Yahudi devleti kurarak tarih sahnesine çıkmak isteyen Siyonizm , o dönemin koşullarında ABD ve İngiltere’yi kullanarak ve Birinci cihan savaşı sonrasında hızlı bir biçimde Pan-Siyonizm akımına yöneliyordu . Böylece , merkezdeki kutsal topraklar üzerinde en az on milyon Yahudiyi bir araya getirerek gelecekte Büyük İsrail devletinin çekirdeğini oluşturacak bir küçük İsrail devletiöncelikli olarak kuruluyordu .

Küçük İsrail devleti , bugün Filistin denilen bölgeye iki dünya savaşı sonrasında Yahudilerin iki bin yıl sonra dönmesi ile kuruluyordu . Bu küçücük devletin kurulabilmesi için gösterilen çabalar Filistinlileri topraklarından ediyor ve bu ülkede bir işgal durumu yaratılarak Milat öncesi dönemlere bir geri dönüş üzerinden, ilk ve orta çağlarda olduğu gibi yeni bir din devleti kuruluyordu .Rusya’da dışarıdan örgütlenen bir sosyalist sistem üzerinden hem Hrıstıyan hem de Müslüman ülkelerde materyalist bir çizgide dinsizlik düzeni yaratılmak istenirken , bu duruma tamamen ters bir çizgide İslam dünyasının tam ortasında bir Yahudi devleti, dinci siyasal politikalar aracılığı ile ilan ediliyordu . Dünyanın tam ortasında iki bin yıl sonra kurulmuş olan Yahudi devletinin yaşayabilmesi için daha da büyüyerek güçlenmesi gerekiyordu . Bu yüzden İsrail’in sınırları hiçbir zaman kesin hatlarda belirlenmiyor ama komşu ülkeler sıcak çatışmalar ve savaşlar aracılığı ile zorlanarak İsrail devletinin ülkesi olacak topraklar dış baskılar aracılığı ile genişletilmeye çalışılıyordu .Saldırı savaşları ile Arap devletleri küçültülmeye çalışılırken ,Siyonist hegemonya planları ile de bütün Orta Doğu’da etkin olacak bir Yahudi insiyatifigeliştirilmeye çalışılıyordu .İsrail kuruluş dönemini tamamladıktan sonra hızla büyüme ve genişleme yoluna gidiyordu . Sıcak çatışmalar bahane edilerek yaratılan savaşlar aracılığı ile Arapların toprakları ellerinden alınırken , Siyon tepesi merkezliPan-Siyonizm akımı bütün merkezi coğrafya ülkelerinde egemen kılınmaya çalışılıyordu . İsrail için öncelik kendisini çevreleyen Orta Doğu ülkeleri olduğu için üç kıtanın ortasında ki kesişme noktası olan merkezi toprakların Yahudilerin yönetimi altına girmesi gerekiyordu .Pan-Siyonizm akımı bu açıdan bölgedeki iç hat ve dış hat komşu devletler ile yakınlığı geliştirerek , kendisini güvenlik altına alabilecek yeni bir düzen arayışı içine giriyordu . Bu doğrultuda , iç hat komşuların Müslüman devletler olması nedeniyle , bunları dengeleyecek Türkiye,Mısır ve İran gibi dış hat komşu devletlerin laik yönetimlere doğru yönlendirilmelerine çalışılıyordu .İşte bu bölgesel denge düzeninin kurulmasında Pan-Siyonizm akımı örgütlenerek, bölge devletlerinde İsrail’in etkinliğini artıracak ve Yahudi devletini etkin kılacak yeni politikaların Siyonist lobiler aracılığı ile dolaylı yollardan öne çıkarılmasına çalışılıyordu . Bölge devletlerinin İsrail’den güçlü olması önlenmek isteniyordu . Yahudi dinin siyasal örgütü olacak böyle bir devletin Hrıstıyan ve Müslüman güçlere karşı kendini koruması isteniyordu . Pan-Siyonizmin ilk ve ana hedefi Orta Doğu bölgesinde kurulmuş olan Yahudi devletinin güvenliğinin öncelikli olarak sağlanması olmuştur .Bölge devletleri bu amaçla sürekli savaştırılarak zayıflatılmaya çalışılmıştır .Bütün devletler üzerinde iki büyük Atlantik gücü olan ABD ve İngiliz imparatorluğunun siyasal güçlerinden yararlanılmak istenmiştir .Uluslararası kapitalist sistem Yahudi bankerler aracılığı ile ele geçirilerek İsrail’in çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır . Bütün büyük ülkelerde son derece örgütlü Siyonist lobiler oluşturularak İsrail devletinin çıkarları doğrultusunda siyasal konjonktür ayarlanmaya çalışılmıştır . Dış dünyadaki Yahudi gücü , merkezi coğrafyada Siyonist hegemonyanın kurulmasında ve geliştirilmesinde planlı bir çizgide kullanılmıştır . Orta Dünya devletlerinde yaşamlarını sürdüren Yahudiler , Pan-Siyonizm uygulamaları doğrultusunda bir büyük bölgesel güç olarak örgütlenerek diğer emperyal güçlere karşı devreye sokulmuşlardır . Yahudi düşmanlığına karşı bölge devletlerinde yaşayan bütün Musevilerin birlikte hareket etmesi hedef olarak belirlenirken ,Pan-Siyonizm bütün merkezi alanda çok etkili çalışmalar yürütmüştür . Bölge devletlerinin tarihi incelendiğinde bu durumun çeşitli örnekleri açıkça görülmektedir .İsrail’in varlığı Orta Doğu bölgesini Siyonist bir Orta Dünya’ya çevirirken ,Pan-Siyonizmin çok etkili çalışmaları göze çarpmaktadır . Para gücünün en üst düzeyde kullanılması , terörün bölge ülkeleri için sürekli olarak bir istikrarsızlık unsuru olarak yönlendirilmesi , bütün bölge ülkelerindeki Musevi asıllı bazı insanların din dayanışması doğrultusunda İsrail’in çıkarları için bazı siyasal senaryolara alet edilmesi, Musevi asıllı bir çok insanın kendi ülkelerinin yönetim kademelerinde İsrail lobisi olarak tavır koymaları Pan-Siyonizm akımının önde gelen girişimleri olarak bugüne kadar sürdürülmüştür .

Jeopolitik açıdan Orta Doğu bölgesinin Avrasya kıtasının bir parçası olduğu gözönüne getirilirse , Pan-Siyonizm hareketinin birinci önceliği merkezi ülkelerdeki Siyonist yapılanmanın oluşturulması olarak öne çıkmıştır . Ne var ki , siyasal tarihte Pancılık akımlarının çıktığı ve hedeflediği coğrafya Avrasya kıtası olduğu içindir ki , Pan-Siyonizm bütün Pancılık akımlarına karşı bir büyük birlikteliği Avrasya coğrafyasında örgütlemeye yönelmiştir . Amerika,Avrupa ve Afrika kıtalarındaki Yahudi Konseylerine benzer bir konsey yapılanması da Kazakistan’ın başkenti Astana merkezli olarak gündeme getirilmiştir . Türk dünyasının en büyük ve zengin ülkesi olan ve bu devletin Avrasya Yahudi Konseyi’nin çalışma merkezi olarak seçilmesi , Siyonist hareketin Türk dünyasına ne kadar çok önem verdiğini göstermektedir . Türkler Avrasya kıtasının gelecekteki yapılanmasında sahip oldukları nüfus potansiyeli ile çok büyük bir ağırlığa sahip olurken ve bu kadar önemli bir avantajın Pan-Türkizm doğrultusunda gelişmesi gerekirken , arayaPan-Siyonizmin girmesi bütün dengeleri değiştirmekte , fiilen var olan Türk ağırlığı bu coğrafyadan dışlanırken , olmayan Musevi ağırlığı Pan-Siyonizm akımı üzerinden örgütlenerek öne çıkarılmaktadır . Uluslararası Siyonist lobiler ile parayı elinde tutan kapitalist lobilerdeki Musevi ağırlığı da İsrail’in güvenliğinin sağlanması doğrultusunda , Avrasya kıtasındaki hegemonya yarışında İsrail’in lehine olabilecek bir çizgide kullanılmaktadır . Türkiye’nin siyasal sahnesinde de benzeri ağırlıkların ülkenin ulusal çıkarlarına aykırı bir biçimde Siyonist çizgilerde kullanılması , Pan-Siyonizmin diğer Pancılık akımlarına karşı üstün olmasına katkıda bulunmaktadır . Benzeri durumlar diğer ulus devletlerin siyasetlerinde ortaya çıkmış ve ülkelerin geleceği açısından ciddi sorunlar çıkarmıştır .Devletler arası rekabet düzeninde , her devlet kendi örgütleri ile devreye girerek ulusal çıkarlarını korumaya çaba göstermiştir . Ne var ki , dünyanın gündeminde yer alan Avrasya sürecinin yapılandırılmasında Siyonist lobilerin etkin roller üstlenmeleri yüzünden , Rusya’nın Pan-Slavizmi ve Pan-Ortadoksculuğu ile Almanya’nın Pan-Cermenizmi ve Pan-İslamizmi Avrasya yarışında geri kalmıştır . Türkiye’nin Pan-Türkizmi ile Macarların Pan-Turanizmi’de benzeri bir çıkmaza saplanıp kalınca , Siyonizm uluslararası konjonktürü Pan-Siyonizm doğrultusunda öne geçirmiştir .

İki yüz yıl önce başlayan Avrasya sürecinde , dünyanın merkezini ele geçirmek isteyenler Pancılık akımları ile bölgedeki ağırlıklarını artırmaya çalışırken hem birbirleriyle mücadele ederek birbirlerinin yollarını kesmişler , hem de aradan geçen uzun zaman dilimi boyunca uluslararası konjonktürü kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirerek, bu bölgede kendi ağırlıklarını öne çıkaramamışlardır . Bölgede Almanlar ve Ruslar büyük imparatorluk planları yaparken Macarlar ve Türkler var olabilmenin çabası içinde Pancılık akımlarına yönelmişlerdir . Ne var ki , bölgeye sonradan gelen İsrail devletinin Orta Doğu’daki konumunu Avrasya hegemonyası için kullanmak isteyen Siyonizm , Orta Doğu sonrasında , Balkanlar , Kafkaslar, Hazar ,Rusya ve Orta Asya gibi bölgeleri de ele geçirerek dünya egemenliği arayışında Avrasya’nın egemen gücü olarak hareket etmektedir . Bu durumun gelişmesi için , Siyonizm bölgede son derece hesaplı uygulamaları devreye sokmakta ve rakiplerini tasfiye edecek bir yaklaşımı çeşitli uygulamalar üzerinden devletlere karşı geliştirmektedir . Pan-Slavizm Rus emperyalizmi , Pan-Cermenizm Alman emperyalizmi , Pan-Turanizm Macar faşizmi , Pan-Türkizm ise Türklerin faşizmi olarak kamuoyuna yansıtılarak , Pancılık akımları kötülenmiş ve zamanla tasfiyeye yönlendirilmiştir ama Pan-Siyonizm korunmuştur . Bugünün konjonktürü doğrultusunda bölgeye yansıyan politikalar ilePan-Siyonizmin uygulama alanına getirmiş olduğu girişimler hep Siyonizmin bölge egemenliğine katkıda bulunmuştur .

Eyaletleşmeüniter devletleri parçalayarak , yerelleşme merkezi devletleri tasfiye ederek ,mezhepleşme din üzerinden toplumları dağıtarak ,etnik kavga ulusları ortadan kaldırarak ,şirketleşme bölge halklarını ekonomi üzerinden emperyal kapitalist düzene bağlayarak , küreselleşme döneminin bölgeye yansıyan önemli gelişmeleri olmuştur .Küresel emperyal dönemin bu yansımaları Avrasya coğrafyasındaki bütün devletleri ve milletleri dağılmaya doğru sürüklerken , bu gibi gelişmelerin aslında Siyonizmin önünü açarak , gelecekte bir Büyük İsrail projesinin bölgede etkili olmasını sağlayacak gibi görünmektedir .Küçük İsrail’in Büyük İsrail’e dönüşmesi için bölgedeki bütün devletlerin parçalanarak eyaletler halinde Kudüs merkezli bir Siyonist yapılanmanın içinde yer alması planlanmaktadır . İsrail’in işgal ettiği topraklarda güven içinde varlığını sürdürebilmesi için ,gelecekte Avrasya devletlerinin çökertilerek tehdit olmaktan çıkartılması gerekmektedir .Orta Doğu devletlerini kendi beslediği terör örgütleri ile paramparça ederek eyaletler halinde Kudüs’e bağlamayı hedefleyen İsrail devleti ,Balkanlar,Kafkaslar,Hazar ve Orta Asya gibi Avrasya bölgelerindeki devletler için de benzeri bir siyasal çözülme sürecini , bölge devletlerine dış destekler aracılığı ile dayatmaktadır. Bölge devletleri ;yerelleşme, eyaletleşme, mezhepleşme ,etnikleşme ile birlikte dışa bağımlı şirketleşme çıkmazlarından kurtulmadıkça İsrail’in Pan-Siyonizm örgütlenmeleri ile çökmekten ve dağılmaktan kurtulamayacak gibi görünmektedirler .Savaşı ve sıcak çatışmaları uluslararası komplolar ile birlikte Avrasya’nın her bölgesine taşıyan Siyonizm , bölgede Pancılık akımına soyunarak , merkezi alanda tam anlamıyla bir Yahudi egemenliği inşa etmeye çalışmaktadır .Siyonizmin dünya egemenliği projesi, Orta Doğu ile birlikte bütün Avrasya ülkelerini de haritadan silmeyi hedef aldığı için , öncelikle merkezi devletlerin bir araya gelerek savaşa karşı bir merkezi savunma örgütünü kurmaları gerekmektedir. Merkezi devletlerin öncülüğünde Avrasya kıtasının diğer bölgelerinde yer alan devletleri de içine alan daha büyük bir kıtasal oluşum, ancak Pan-Avrasyacı bir yaklaşım çerçevesinde mümkün olabilecektir . Bu nedenle önümüzdeki dönemde Pan-Slavizm,Pan-Cermenizm,Pan-Turanizm,Pan-Türkizm ve Pan-Arabizm gibi Pancılık akımlarının , en büyük emperyalizm olan Pan-Siyonizme karşı birleşerek büyük bir bütünsellik içinde Pan-Avrasyacılık yapmaları gerekmektedir . Pan-Avrasyacılık akımının çatısı altında bir araya gelecek olan bütün Pancılık akımları bu doğrultuda bir araya gelerek emperyalizme ve Siyonizme karşı varlıklarını ve geleceklerini güvence altına alabileceklerdir .Orta Doğu savaşı bu doğrultuda acilen durdurulmalıdır .

ANKARA KALESİ–242 "ÇİN VE YENİ İPEK YOLU" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara, 10 Nisan 2018) -

ANKARA KALESİ–242 
ÇİN VE YENİ İPEK YOLU
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 10 Nisan 2018


Küreselleşme dönemi sona ererken ve bunun yerini bölgeselleşme süreci alırken , yeni dünya düzeni arayışları içerisinde, uluslararası konjonktürde gene orta dünyanın öne çıktığı ve bu bölge üzerinden bir yeni İpek yolu arayışının belirginlik kazandığı görülmektedir . Tarihin derinliklerinde kalmış bir konu olarak bilimsel araştırmalara konu olan İpek yolu oluşumunun , yirmi birinci yüzyılın ortalarına doğru yeniden dünyanın gündemine girmesi , üzerinde durulması gereken bir konu olmuştur . Eski İpek yolu tarihe mal olmuş bir konu olarak geride kalırken , bugünün dünyasında yeni bir İpek yolu oluşturma girişimlerinin arkasında yatan gerçekleri ve gerekçeleri ele alarak öncelikle tartışmak gerekmektedir . Tarihin kötü yönlerinin tekrar gündeme gelmemesi için , tarihten dersler alarak ve bunlardan faydalanarak daha iyi bir yönde yeni bir tarih çizgisinin tamamlanması , insanlık aleminin dünyanın geleceği için dikkate alması gereken bir husustur . Hiçbir siyasal gelişme ya da toplumsal olay durduk yerde tekerrür etmediği gibi , tarihsel sürecin devamı çizgisinde birbirine benzer bir çok olay sırasıyla yeniden ortaya çıkabilmektedir . Bu durumun değerlendirilebilmesi için sadece tarih bilimi değil ama bütün sosyal bilimlerin ortak bir tavır içinde konuyu inceleyerek açıklamaları gerekmektedir .İpek yolu olgusu da bu doğrultuda hem bir tarihi konu hem de bir güncel oluşum olarak gündeme yeniden gelmektedir .Bu nedenle konunun her yönü ile ele alınarak tartışılması gelecekte dünya düzeni açısından kaçınılmaz bir biçimde zorunlu hale gelmiştir .

İpek yolu , tarihin ilk dönemlerinde Çin’de ipek kozasından üretilen çeşitli giyim eşyasının ve benzeri malların bir kervan yolu ile batı bölgesine taşınmasını sağlayan geçiş yolunun adı olarak konulmuştur . Akdeniz kıyılarından başlayarak Çin’e kadar bütün Avrupa ve Asya bölgelerini baştan başa kat eden kervan yoluna , tarih biliminde ve coğrafya kitaplarında İpek yolu adı verilmiştir . Hatay bölgesinden Asya kıtasına giriş yapan İpek yolu, İran ve Afganistan’ın kuzeyini geçtikten sonra Pamir bölgesine ulaşmakta ve burada kara bölgelerinin doğusu ile batısından gelen çeşitli kervanlar bir araya gelerek ipek ürünlerini takas ederek değişmekteydiler . Taş kule adı verilen bir ticari merkezde gerçekleştirilen değiş tokuş işlemleri ,dünya ticaretinin önde gelen etkinlikleri olarak tarih boyunca devam edip bugünlere kadar gelmiştir . Rusya ve Türkistan toprakları ipek yolunun kuzey bölgelerini oluştururken , İran ve Hindistan ise güney bölgeleri olarak ipek yolu kervanlarının gelip geçtiği ülkeler olarak coğrafya alanlarında yerlerini alıyorlardı . Taklamakan çölü geçilemez bir bölge olarak kesişme noktaları arasındaki bağlantıları önlerken , kervanlar bu hattın kuzeyi ve güneyinden geçerek mallarını gidecek adreslere ulaştırabiliyorlardı . Batıyı uzak doğuya , Avrupa’yı Asya’ya ,Hindistan’ı Çin’e , Orta Asya’yı Akdeniz’e bağlayan ipek yolu güzergahları zaman içerisinde dünya ticaretinin ana merkezleri olarak yeryüzü haritası üzerindeki yerlerini alıyorlardı . İlk zamanlarda Çin’in Sarı ırmak bölgesinde gerçekleştirilen ipek üretimi daha sonraki aşamalarda ülkenin her bölgesine yayılınca , bu kez ipek eşya taşıyan kervanlar hem Asya’nın her bölgesine yayılıyorlar hem de güneydeki Akdeniz hattının üzerine çıkarak , Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığının toprakları üzerinden , dünya ana karasının batı bölgesini oluşturan Avrupa kıtasının bütün bölgeleri ile kentlerine doğru genişleme eğilimleri gösteriyorlardı . Büyük Okyanus kıyılarından yola çıkan İpek yolu kervanları uzun mesafeleri arkada bırakarak Atlas okyanusu kıyılarına kadar ulaşabiliyorlardı .İki okyanus arasında kalan üç kıtayı sürekli olarak kateden ipek yolu kervanları Asya ve Avrupa kıtalarını ekonomik açıdan birleştirirken , Akdeniz üzerinden Afrika kıtasının kuzey yarısındaki yerlere kadar gidebiliyorlardı .

Tarihi İpek yolu geride kalırken , bugünün dünyasında bir de yeni İpek yolu oluşumunun ortaya çıkması , küreselleşme sonrası dönemde dünya bir bölgeselleşme oluşumuna doğru giderken güncellik kazanmıştır . Özellikle yüz yıllardır kendi içine kapanmış ve sırtını batı dünyasına dönmüş bir biçimde yaşayan Çin gibi bir büyük dev ülkenin bütün dünyaya açılımı sırasında , yeni İpek yolu tartışmalarının önem kazanarak öne çıktığı artık yadsınamaz bir biçimde evrensel kamuoyunda yer etmiştir . Tek bir yol olmayan İpek yolu kervanların geçip gittiği bölgelerin zaman içindeki genel adı haline gelmiştir . Doğu yarıkürenin büyük bölümünü kapsayan ticari rotalardan oluşan İpek yolu aynı zamanda bir ulaşım kanalları ağı konumunda idi .Dağlık bölgeler ile ovaları , platolar ile denizleri bir araya getirerek kaynaştıran İpek yolu havzası ,geçen yüzyıllarda olduğu gibi yirmi birinci yüzyılda da dünya ticaretinin ana havzası olarak etkinlik kazanmaktadır . Resimlerde gösterilmeye çalışıldığı gibi aslında İpek yolu bir deve yolu değildi . O dünya ticaretinin küreselleşmesi süreci içinde bu oluşumun prototipi olarak gerçeklik kazanıyordu . Milat sonrası dönemlerde dünya üretiminin ana merkezi olan Çin bölgesi , yüzyıllarca İpek yolu üzerinden batı pazarlarına açılarak mallarını gönderebiliyordu . Ticaretin devam ettiği barış dönemlerinde bu ticari yolun kavşakları mal değişimi sayesinde canlanırken , savaş dönemlerinde bu gibi hareketlenmelerin durakladığı görülmüştür . Birbirine bağlı bir yollar şebekesi olarak gerçeklik kazanan İpek yolu güzergahı , birbirini izleyen dönemler içinde yeni ve eski devlet düzenleri doğrultusunda değişimler geçirerek farklı yapılanmalara sürüklenmiştir . Asya kıtasının sonsuz steplerinde kurulan imparatorluklar , birbirini izleyen bir sıra içinde etkinlik kazanırken , ticareti denetimleri altında tutan para ve sermaye sahibi toplum kesimlerinin tercihleri doğrultusunda çeşitli yönelimler , İpek yolu üzerinden Avrupa ve Asya kıtalarının farklı bölgelerine doğru yansımalar gösteriyordu . İsa’dan önce ikinci yüzyılda başlayan İpek yolu ticareti , modern çağın batı merkezli su yolu ticaret düzeninin kurulduğu on beşinci yüzyıla kadar devam edip gelmiştir .

Hun İmparatorluğundan Han İmparatorluğuna dönüşen Çin devleti , Roma imparatorluğu döneminde , batı ülkelerinin mal gereksinmelerinin karşılanmasında önde gelen bir rol oynayarak , İpek yolu üzerinden Asya-Avrupa hattının oluşumuna giden yolu açıyordu . Normal karayollarının yapımından yüzyıllar önce oluşturulan İpek yolu , bozkır ve dağlık alanlar üzerinden ülkeleri birbirine bağlıyordu .Birbirine bağlanan ülkeler üzerinden geçip giden İpek yolu alanında kervansaraylar kurulurken , yerel pazarlar da İpek yolu ticaretinin destekleri ile önem kazanıyordu . Ankara –İstanbul hattı üzerinde Samanpazarı-Beypazarı-Adapazarı gibi üç büyük pazarın birbirine bağlı bir sıra çizgisi içinde gerçeklik kazanması , İpek yolunun ortaya çıkardığı pazarlar arasındaki yol bağlantısı ekonomi üzerinden bir küreselleşme sürecinin gerçeklik kazanmasına giden yolu açıyordu .Pazarlar arasında gidip gelen ipek kervanlarının gittikleri bölgelere hareketlilik getirmesi , bu coğrafya üzerinde kurulmuş olan yeni devletler ile imparatorlukların zenginleşmesine katkıda bulunuyordu . Bu yoldan zenginleşen devletler de sahip oldukları ekonomik zenginlikler sayesinde daha geniş alanlara yayılarak imparatorluklara dönüşüyorlardı . İpek yolunun geniş dağıtım şebekesinin sayesinde bin bir çeşit mal develerin sırtlarında ülkeden ülkeye taşınıyordu .Altın, gümüş gibi kıymetli madenler bu yollarda taşınırken Çin barutu ile Venedik camı ,Semerkandkağıtı ile Çin porselenleri dünyanın çeşitli ülkelerinde satılma şansı elde ediyorlardı . Selçuklu devletini yıkan Moğollar Kırım’a gelince veba mikrobundan kırılarak yok olma noktasına gelirken , İpek yolunun çıkmazına saplanıp kalıyorlardı . Ay ışığında tiril tiril titreyen bir kumaş türü olarak ipek ürünleri her zaman için dünya ticaretinin önde gelen malı konumunu İpek yolu sayesinde koruyordu .Orta Asya stepleri İpek yolu sayesinde yaşam kazanırken , üç büyük kıtanın bozkırları da aynı doğrultuda yeni bir jeopolitik önem kazanıyorlardı . Asya topraklarında petrol ve diğer madenler çıkana kadar , ülke ve bölgelerin önem kazanmaları, İpek yolu hatlarına dayanılarak elde ediliyordu .

Petrol yatakları ile birlikte yeraltı maden sahaları da önem kazanırken , gene İpek yollarının kavşakları üzerinden tüccarlar dünya pazarlarına çıkabiliyorlardı . Çin gibi Asya ülkelerinin geniş sahalar ile var olduğu kıtasal topraklar üzerinde , ticaret sayesinde canlı bir yaşam düzeni kurulurken , kuş uçmaz kervan geçmez bozkırlar geride kalıyordu . Büyük devletler sahip oldukları emperyal düzen üzerinden İpek yolu sahalarına egemen olmaya çalışmışlar ama bölge halklarının direnmesi yüzünden istedikleri bağımlı düzenleri kuramamışlardır .Orta Asya’nın Türk devletleri platolar üzerinde geçirdikleri eski durgun dönemlerden zamanla uzaklaşırlarken , dünya ticaretinin yeni merkezleri konumuna gelmişlerdir . Çöl alanda tarım yapan halklar , elde ettikleri ürünlerini dünya pazarlarına ulaştırırlarken , İpek yolu yapılanmalarından olabildiğince yararlanmışlardır . Petrol alanları sarı altın yaratırken , pamuk tarlaları da beyaz altın olarak kabül edilmişlerdir . Bölge halkları kendi toprakları üzerinden kazandıklarını İpek yolu kanallarından giderek dünya ticaretine yansıtmaya çaba göstermişlerdir .Bu düzen Milat yıllarından başlayarak on beşinci yüzyıla kadar devam edip gelmiştir . Ne var ki, iki büyük cihan savaşının gerçekleştiği yirminci yüzyılda imparatorluklar dağıtılırken , ulus devletlere giden yollar açılmış ve bu nedenle de İpek yolu hatlarının geçtiği alanlarda sınırlar yeniden çizilerek eskisinden farklı devlet yapılarının ortaya çıkması sağlanmıştır . Yeni dönemde devletler imparatorluktan ulusal yapılara dönüşürken , İpek yolu farklı bir yola girmiştir . Bir yandan yeni başkentler İpek yolu ticaretinde hegemonya kurmaya çalışırken eski ticaret kentleri de konumlarını koruyarak yeni dönemde ulus devletlerin başkentleri ile rekabet şansını kullanmaya çalışmışlardır .

Eski İpek yolu Çin’de üretilen ipek malı giyim eşyalarının batı pazarlarına eriştirilmesine dönük bir hedef doğrultusunda oluşturulmaya çalışılmıştır . Ne var ki , yirmi birinci yüzyılda uluslararası konjonktürün değişmesi üzerine, ikinci kez siyasal gündeme gelmiş olan yeni İpek yolu ise bu kez bir süper güç ve endüstri devi konumuna gelen Çin Halk Cumhuriyetinin dünya piyasalarına açılması gibi bir amaç çizgisinde ortaya çıkmıştır. Yirminci yüzyıla kadar kapitalizm batı merkezli olarak gelişirken , Asya kıtasının tamamı batılı emperyal ülkelerin işgali altına girmiş ve bu doğrultuda Çin,Hindistan ve Endonezya gibi büyük ülkeler sömürgeci batı emperyalizminin dominyonları konumuna düşmüşlerdir . Birinci ve İkinci dünya savaşı sonrasında yerküre yeniden düzenlenirken , Çin Afyon savaşından kurtarılarak komünist bir devlet biçimine dönüştürülmüş , Hindistan ise İngiliz emperyalizminin Asya kıtasındaki ana merkezi konumuna gelmiştir . İngilizler onbeşinci yüzyıl sonrasında Birleşik Krallık adı altında bir dünya devleti kurmaya yöneldiklerinde ,Çin ve Hindistan’a özel önem vermişler ve bu iki büyük ülkenin kendi hegemonyaları altında kalmasını istemişlerdir . Çin bir afyon savaşına mahkum edildiği aşamada uyanıp kalkınabilmek için en az yüzyıllık bir zaman kayıbınauğramıştır .Hindistan ise daha yoksul ve geri bir ülke konumundan kurtulamadığı için İngiliz emperyalizminin elinde bir deneme tahtası olarak kullanılmıştır . Batı emperyalizmi , Akdeniz üzerinden doğu sularına girerek Orta Doğu’ya egemen olmaya çalışırken eski İpek yolunun merkezi konumundaki kentlere de el koymuştur . Böylece , eskiden doğudan batıya doğru yönlendirilen dünya ticareti bu aşamadan sonra yön değiştirerek tamamen ters bir biçimde batıdan doğuya doğru yönlendirilmeye başlanmıştır . İngiliz kumaşları Asya pazarlarında en ön planda yer almaya başlarken , Çin malı ipek eşyaların bu pazarlardaki eski yerlerini kaybettikleri görülmüştür .”Asılacaksan İngiliz sicimi ile asıl “ biçimindeki sözler ile İngiliz mallarının sağlamlığının reklamı yapılmış ama Çin işi ipek eşyalar zamanla önemini yitirmiştir . Böylesine bir emperyal dönüşüm sonrasında , İpek yolu eskisi gibi çalışamamış ,savaşlar sonrasında imparatorlukların dağılması ve yeni devletlerinkurulmasıyla birlikte doğu bölgesi ve Orta Doğu pazarlarında gerileme ve durgunluk dönemlerine sürüklenilmiştir . Emperyalizmin bölgeye gelmesiyle birlikte batılı ürünler doğunun pazarlarında geniş yeralmıştır .

Yirminci yüzyılda Rusya ve Çin sosyalist rejimlere yönelirken , batılı kapitalist ülkeler ile ekonomik rekabet şansını elde edememişler ve bu yüzden yoksul kalmışlardır . Çin’de eskisi gibi dış pazarlara yönelen bir ekonomi olmadığı için İpek yolu üzerinden ticaretin dünya pazarlarına açılışı yapılamamıştır . Sosyalist rejimler içe dönük üretime yöneldiği için dış ticaret gerilemiş ve bu durum da İpek yolu ticaretinin durgunlaşmasına neden olmuştur . İngilizler Orta Doğu’ya gelirken aynı zamanda Afrika’nın güney ucu olan Kap burnundan deniz yolu açarak , doğu batı ticaretini kendi sömürgeleri aracılığı ile kontrol etmeye çalışmış ve böylece İpek yolunun gerilemesinden doğan ticaretteki durgunluğu aşabilme yolunda yeni bir alternatifi devreye sokmuşlardır . Aynı dönemlerde Mısır’daki Süveyş kanalının açılması da doğu-batı ticaretini hızlandıran önemli bir gelişme olmuş ve böylece eski İpek yolu ticaretinin yerini Süveyş kanalı ile Kap burnu yolları almıştır .Dünya savaşları sırasında bu bölgelerde de karışıklıklar öne çıktığı için ticaret yollarındaki güvenlik ortadan kalkmış ve bu aşamadan sonra gene eski İpek yolu aranmaya başlanmıştır .Sosyalist sistemin çöküşü sonrasında devreye girmiş olan küreselleşme olgusu dünya ticaretini her yönü ile geliştirirken, İpek yolu arayışları yeniden önem kazanmıştır .Batılı ülkelerin malları bütün dünya ülkelerinde piyasa ekonomisi üzerinden yaygınlık kazanırken , sosyalist Çin de yeni dünya düzeninde dış ticarete açılmıştır .Çine Hong Kong gibi bir İngiliz sömürgesinin devredilmesi dönüm noktası olmuş ,bu aşamadan sonra Çin’in batı bölgesinde Şangay merkezli bir ekonomik üretim merkezi kurulmuştur . Çin Pekin merkezli devlet yapısında sosyalist sistemi korurken , dünya ülkeleri ile piyasada rekabete girmek için Şangay merkezli ikinci bir Çin düzenini kapitalizm uygulaması ile yaratarak ,dünya ekonomisinde başa güreşmeye doğru yol almıştır .

Çin’in yeni dönemde bir ekonomik dev olarak piyasalara yönelmesi ile birlikte , Amerika Birleşik Devletleri ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında ekonomik büyüklük yarışı başlamış ve küreselleşme döneminin çeyrek asırlık dönemi geride bırakılırken , Çin Şangay düzeni ile kurduğu ekonomik devlet yapılanması ile dünyanın bir numaralı ekonomisi konumuna gelmiştir . Çin kendisinden beklenen bu gelişmeye on yıl önceden ulaşarak , yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde bu aşamaya gelirken Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Atlantik devini resmen geride bırakmıştır . ABD ekonomisinin bütün değerli kağıtlarını ele geçiren Çin , sahip olduğu bu ekonomik gücü giderek artan üretim gücü ile de destekleyince , haklı olarak dünyanın yeni süper gücü konumuna gelmiştir . Çin bugün gelmiş olduğu yeni aşamada ,giderek dünyanın geleceğini belirleme şansını daha fazla kullanabilmekte ve batılı emperyalist devletleri geride bırakmaktadır . Asya kıtasının en büyük devleti olan Çin Halk Cumhuriyeti ticarette önceliği Asyalı komşusu olan ülkelere verirken , eskisi gibi İpek yolu güzergahlarından yararlanmakta ve bu yol aracılığı ile son dönemlerde geliştirdiği üretim fazlası malları Asya’nın yoksul ülkelerine öncelikli olarak ulaştırmaya çalışmaktadır . Pekin’deki sosyalist rejim eskisi gibi yoksul ülkelere öncelik tanırken , Şangay’daki kapitalist Çin’ de batının önde gelen ekonomik devleri ile her alanda yarışarak küresel bir ekonomik hegemonya oluşumunu dikkatli bir biçimde gündeme getirmektedir . Sosyalist Çin’in sesini daha da yükselterek dünya siyasetine müdahale etmesini isteyen çevreler kadar , Şangay’daki kapitalist Çin’in gelişmekte olan ülkelere daha fazla ekonomik yardım yapmasını isteyenler de öne çıkarak Çin’e baskı yapmaya çalışmaktadırlar . Küreselleşme döneminde insiyatif tekelci şirketlerin eline geçerken , devletler eski güçlerini kaybetme noktasına gelmiştir . Böylesine bir gerileme süreci içine giren ulus devletlerin batılı kapitalist emperyalistlerin altında kalmamak üzere, Çin önderliğinde yeni bir ekonomik düzen arayışına gittikleri son zamanlarda görülmektedir . Sosyalist düzenini koruyarak kapitalizme yönelen Çin, hem doğu-batı ilişkilerinde hem de sosyalizm-kapitalizm tartışmalarında giderek öne çıkmakta ve dünyanın yeni önderi konumu ile bütün devletlere ve halklara yön gösterebilmektedir .

İkinci dünya savaşı sonrasında sosyalist bir Çin’in ortaya çıkması sürecinde Çin’e en yakın olan bir ülke olarak İngiltere yeni dönemde de başı çekerek , kapitalist Çin’in oluşturulmasında Hong Kong adasını bu ülkeye iade ederek önemli bir katkı sağlamıştır . Daha sonraki yıllarda Çin ve İngiltere ticareti önemli miktarda gelişmeler gösterirken , Avrupa ekonomisinin durgunluğundan şikayet eden İngiltere, bu birlikten Brexit kararı ile çıkarak bağımsız bir siyasete yönelmiş ve daha sonra da Çin ile bir araya gelerek Pekin-Londra hattında etkin olacak bir yeni İpek yolu oluşumunu gerçekleştirmiştir . Yeni İpek yolu resmen gündeme gelirken “Bir kuşak ve bir yol” sloganı kullanılmış ve bu doğrultuda yepyeni bir İpek yolu inşa edilmeye başlanmıştır .Sosyalist rejimi ile refah toplumuna ulaşmayı hedefleyen Çin , kapitalist yönü ile de aynı hedefe yönlenerek, kısa bir zaman dilimi içinde dünyanın en zengin ülkesi olma başarısını göstermiştir .Ekonominin geliştirilmesi ile daha üst düzeyde refah toplumuna geçmeyi düşünen Asya ülkeleri, kısa zamanda Çin’in yanında yer alarak yeni İpek yolu üzerinde kendilerine merkezi yer aramaya yönelmişlerdir . Yoksul ülkelerin batı emperyalizminin tuzağına düşerek savaşlara yönlendirilmesi gibi bir oyuna Çin seyirci kalmayarak ,sahip olduğu yeni ekonomik gücü ile yoksul ülkeleri savaşlara sürüklenme batağından kurtarmaya çalışmaktadır . Bu çerçevede yeni kuşak ve yol insiyatifi girişimi tam anlamıyla bir barış programı olarak devreye girmektedir . Pekin- Londra hattı üzerinde bulunan bütün Asya ve Avrupa ülkelerine yeni İpek yolunun refah oluşumu zenginlik olarak yansıtılırken , batılı emperyalistlerin engellemeleri öne çıkmaktadır . Kuşak ve yol girişimi bir barış girişimi olarak öne çıkartılırken doğayı koruyarak bölge halklarının insanı gereksinmelerinin karşılanmasına öncelik verecek bir proje olarak ilan edilmektedir . Çin’in cesur bir girişimi olarak gündeme gelen yeni kuşak İpek yolu, İngiltere’nin Avrupa Birliğinden çıkarak Çin’in yanına gelmesiyle birlikte daha hızlı bir gerçekleşme aşamasına gelmiştir . Batı emperyalizmine karşı çıkan doğu uluslarının lideri konumundaki Çin Halk Cumhuriyeti ,insanlığı emperyalizmin esaretinden kurtarmak üzere yeni İpek yolu üzerinden bir büyük barış ve dayanışma projesini tüm insanlığa sunmaktadır .

Küreselleşme döneminde çok büyüyen Çin ekonomisi dünya liderliğine gelirken , eskiden kalma her türlü emperyal yapılanmaları tasfiye ederek yoluna devam etmeye çalışmaktadır . Ortak bir gelecek için insanlığın yararına girişimlerde bulunan Çin Halk Cumhuriyeti , yeni İpek yolu aracılığı ile de barışçı girişimlerini Asya,Afrika ve Avrupa kıtalarına yaymakta ve böylece ABD işgaline karşı bir İpek yolu dayanışması yaratarak , dünya barışını korumaya öncelik vermektedir . İnsanlığın birliğini engelleyen her türlü sorunun çözümüne öncelik veren Çin, dünyanın ana karası konumundaki üç büyük kıtanın üzerinde etkinliğini artırarak yoluna devam etmeye çalışmaktadır . Üç kıtanın ülkelerini ABD saldırganlığına karşı korumaya öncelik veren Çin diplomasisi , zamanla komşularla sıkı dayanışma sağlayarak emperyal saldırıların önünü kesmeye çalışmaktadır . Çin devleti Pekin’de düzenlemiş olduğu bir büyük kongre aracılığı ile uluslararası işbirliği ve dünya barışını korumak üzere Kuşak yol insiyatifini başlattığını açıklamıştır . Çin devlet başkanı bu kongre de Çin’in gelecekte yeni İpek yolu aracılığı ile bölgesel ve kıtasal sorunların çözümüne ağırlık vereceğini resmen açıklamıştır . Daha iyi bir geleceğe yolculuk yaparken insanlığın öncelikle barış ve refah düzenine kavuşması gerektiğini belirten Çin devlet başkanı, aynı zamanda bütün ülkeler ile karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesine de öncelik vereceklerini ilan etmiştir . Halklar arası dostluk ve dayanışma gücünün artırılabilmesi için Kuşak yol insiyatifi ile hareket edeceğini açıklayan Çin;herkes için güvenlik politikalarına öncelik verileceğini ,adalet ruhu ile insan ilişkilerinin daha eşitlikçi bir çizgide düzenleneceğini ,terörün önlenmesi için her türlü girişimin yapılacağını , halk kitlelerinin daha fazla refah düzenlerinden yararlandırılacağını ,ekonomik büyüme sağlanırken yeniliğe yönelen bir kalkınma oluşumuna öncelik verileceğini ,her türlü kalkınmanın çevreci çizgide doğaya açılacağını açıklamıştır .

Farklı ülkeleri ve uygarlıkları birbirine bağlayacak olan orta kuşak yol projesi , herkes için yenilikler getirerek daha iyi bir dünya düzeninin oluşumuna katkı sağlayacak gibi görünmektedir . İnsanlık için ortak bir eğitim ve kültür düzeni oluşturulması çabalarında yeni İpek yolunun alt yapı sağlayacağını söyleyen Çin devlet başkanı , herkesin kazanacağı ve çok yönlü bir çizgide çalışacak Kuşak yol projesi sayesinde turizmin gelişeceği ve insanların eskisinden çok daha fazla sayıda ülke görmesinin sağlanacağı yeni İpek yolu girişiminin hedefleri arasında yer aldığını açıklamıştır . Kapitalizmi emperyal çizgide uygulayan batılı ülkelerin Çin’in önderliğindeki yeni İpek yolu projesine karşı çıkmaları ya da bu büyük projeye engel olmalarına izin verilmeyeceği de açıkça ifade edilmiştir . Yol güzergahında yer alan bütün ülkelerin sınır komşuluğu üzerinden sıkı bir dayanışma içine girerek ortak refahtan pay almalarına dikkat edileceği de resmi toplantıda açıklanmıştır . Kökleri kadim İpek yoluna giden yeni Kuşak yol projesinin bir an önce tamamlanabilmesi için bölge devletlerinin işbirliği yapmaları talep edilmiştir . Uzun bir yolculuğun yalnızca tek adımla başladığını söyleyen Çin atasözünü dile getiren Çin devlet başkanı , Roma’nın bir günde kurulmadığını bu yüzden belirli bir süre içinde Kuşak yol projesinin tamamlanmasına çaba gösterileceğini de dünya kamuoyuna ifade etmiştir. Çin böylesine bir büyük proje ile tüm insanlığa işbirliği önerirken , terör ve savaşlara yol açan emperyal kapitalizme karşı bir dayanışma oluşumunu da gerçekleştirmiştir . Özellikle Rusya,Hindistan ve Brezilya gibi çok büyük ülkelerle işbirliği yaparak oluşturduğu Bric ülkeleri dayanışması aracılığı ile alternatif bir yeni dünya düzeni oluşturabilmek için çaba göstermiştir.

Yeni dönemde dünya liderliğine soyunan Çin , yeni yıla girerken açıklamış olduğu “Yeni Dünya Bildirisi “ ile yepyeni bir uygarlık yapılanmasının gerçekleştirilmesi gerektiğini açıkça ilan etmiştir . Çıkış noktası olarak insanlık kavramını ele alan Çin devleti ,insan odaklı bir bakış açısı ile her türlü dünya efendiliği ya da hegemonyacılık girişimlerine karşı çıkarak, daha hümanist bir dünya düzeni için bütün ülkelere işbirliği çağrısında bulunmuştur . Bağımsızlığını koruyabilen devletlerin daha insancı politikalar ile kendi toplumlarının ilerlemesine katkı sağlayacağını kabül eden Çin yönetimi ,milli devletlerin bir araya gelerek emperyalizme karşı bir insanlık barikatı oluşturmaları gerektiğini ifade etmiştir . Ekonomik gelişmelerin yarattığı refah düzeyinin daha adil bir biçimde paylaştırılması gerektiğini Çinliler her fırsatta dile getirmişlerdir . Terör ve savaşlara karşı bir ortak güvenlik sisteminin güçlü bir biçimde kurulması için bütün devletlerin işbirliği yapması istenmiştir . Yepyeni bir uygarlık düzeni ile yeni bir dünya düzenine girilmesi gerektiğini vurgulayan Çin yönetimi,bu doğrultuda atılması gereken adımları da yılbaşı bildirisinde saymıştır . Yeni dünya bildirisi ile alternatif bir küresel düzen öneren Çin devleti , bu doğrultuda bütün devletlere ve halklara dönük bir çağrı yapmıştır . Kapitalist ekonomisinin yanı sıra sosyalist devlet düzenini de koruyarak sürdüren Çin her açıdan büyük bir atılıma girerek, insanlığın gereksinmesi olan farklı bir dünya düzeni oluşturabilmek üzere adımlarını atmaya devam etmektedir .Yaşamstandarlarının istikrarlı bir biçimde yükseltileceği toplum düzeni ile birlikte kalkınmaya yönelik olarak atılan adımların ekolojik gerçeklere ve çevre koşullarına uygun olarak sürdürülmesi gerektiği gene Çin aracılığı ile kamuoyuna aktarılmıştır . Pekin’de yapılan bir toplantı ile Pekin insiyatifi adı altında haksız ve adil olmayan dünya düzenini değiştirmek üzere, Çin’in her türlü girişimde bulunacağı bir anlamda insanlığa vaad olarak açıklanmıştır . İşlemeyen demokrasilerin ve çökme noktasına gelmiş devlet düzenlerinin yeniden onarılabilmesi için küresel bir işbirliği programını insanlığa sunan Çin yönetimi ,önümüzdeki dönemde bu doğrultuda her türlü girişimlere kalkışacağını da bir söz verme olarak ifade etmiştir . Bir anlamda , var olan dünya düzenindeki bütün sorunlarayönelik çeşitli çözüm önerileri geliştiren Çin Cumhuriyeti bütün dünya halkları için geleceğin umudu olmaya yönelmiş ve önerdiği çözümlerle de yirmi birinci yüzyılın süper gücü olmaya adaylığını koyarak yeni bir seferberliğe kalkışmıştır .

Yeni dönemde Büyük Britanya İmparatorluğu ile Çin Halk Cumhuriyeti ortaklığında yeniden gündeme gelen İpek yolu oluşumu , geleceğin dünyasını belirleyecek gibi görünmektedir . Pekin’den yola çıkacak malların ,Çin’in komşularından başlayarak Türkistan bölgesi ile Afganistan, Pakistan,İran ve Türkiye hattı üzerinden Akdeniz kıyılarına getirilmesi heyecan verici bir gelişme olarak, dünya ticaretini orta dünya çizgisinden batı pazarlarına taşıyacakmış gibi görünmektedir .Böyle bir proje doğrultusunda komşu olan ülkeler arasında sıkı bir dayanışma gerekmekte ve bu yoldan sağlanacak güvenlik hattı ile de Kuşak yolu projesi gerçekleşme yoluna girmektedir . İngiltere batı ülkeleri ile ilişkilerini yenilerken , Çin ABD ile Pasifik savaşını bırakarak dünya ticaretini Avrasya hattı üzerinden üç kıtanın ortasına getirirken , merkezi coğrafya da daha önceden geliştirilmiş olan Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail gibi emperyalbölgesel projeler ile karşı karşıya kalmaktadır .ABD ve İsrail ikilisi kendi projelerini eski Osmanlı hinterlandı üzerinde geliştirmeye çalışırken , tüm Avrasya bölgesini üçüncü dünya savaşı olarak dile getirilen yeni bir kıyamet senaryosu ile karşı karşıya bırakmaktadırlar . İsrail sahip olduğu atom santralları üzerinden bölgede üç yüzü aşkın nükleer silahı depolarken bütün merkezi coğrafya devletleri yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmaktadır . Siyonist lobilerin denetimi altında tutulan dünyanın eski süper gücü olan ABD ‘de tam bu aşamada bölgeye beş bin Tır kamyonu dolusu silahı getirerek parasını petrol zenginlerinin banka hesaplarına el koyarak ödetmekte ve bu silahları hızla bölge ülkelerine dağıtarak yeni bir cihan savaşını kendi hegemonya düzenini korumak üzere İsrail siyonizmi ile gerçekleştirmeye çalışmaktadır . Çin ile Pasifik okyanusunda savaşmak istemeyen ABD’nin ise, yeni süper güç olan Çin’i Orta Doğu’da savaştırmak için çalıştığı görülürken , gelecekte Almanya önderliğindeki Avrupa kıtası ile Çin önderliğindeki Asya kıtasının ordularını Orta Doğu bölgesinde savaştırarak , süper güç konumuna gelmekte olan başlıca rakiplerini uzaktan kumandalı bir dünya savaşı ile yok ederek yeniden dünyanın tek egemen gücü haline gelmek istediği anlaşılmaktadır .

Türkiye tam bu aşamada komşuları ile birlikte geleceğin savaş alanı olabilecek merkezi bölgedeki devletler ile birlikte yok olmak tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmaktadır . Yeni İpek yolunun içinden geçeceği merkezi ülkeler içerisinde Türkiye’nin İran ile birlikte komşu ülkeler olarak yer alması beklenirken , ABD’nin silah taşıyarak , İsrail’in saldırılar düzenleyerek kışkırtmaya çalıştığı Armegedon savaşı tehlikesi ile yüz yüze gelmektedirler . Bütün Asya ülkeleri ile birlikte İran ve Türkiye gelecekte çok kazançlı bir ortaklığa geliştirilmiş komşuluk ilişkileri üzerinden yönlendirilirken , böylesine büyük bir projeyi önlemek üzere ABD-İsrail ikilisinin orta kuşak üzerindeki yeni İpek yolunun önünü kesmek üzere, Türkiye ile birlikte bütün bölge ülkelerini üçüncü dünya savaşı konumundaki bir kıyamet senaryosuna doğru sürüklemektedirler . Türkiye yeni İpek yolu aracılığı ile daha gelişmiş ve zengin bir ülke olmaya doğru ilerlerken ve bu doğrultuda komşuları ile sıkı bir dayanışma içerisinde işbirliğine yönelirken , İsrail ile ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir bölge savaşı merkezi alanda yer alan ülkelere dayatılmaktadır . Böylesine büyük bir savaşın bütün bölge ülkelerini yok etmesini planlayanlar ise, bu işe Türkiye-İran savaşını kışkırtarak başlamaya çalışmaktadırlar . Gelecekte Türkiye ve İran gibi iki komşu ülke , sınırları içerisinde barındırdıkları yüz elli milyonu aşkın Türk asıllı vatandaşları ile bir araya gelerek bir Merkezi Devletler Birliği adı altında antiemperyalist bir dayanışma düzenini dünya barışı için kuracaklarına , doğu ve batı güçlerinin cephe ülkesi olmaya doğru itelenmektedirler. Böylesine bir yok olma senaryosuna seksen milyonluk iki komşu ve soydaş ülke olarak İran ve Türkiye alet olmamalıdırlar . Bu amaçla , hem merkezi alan devletleri hem de İpek yolunda yer alan merkezi coğrafya ülkeleri yeni bir Avrasya paktında bir araya gelerek , Atlantik güçleri ile Siyonizm ortaklığının insanlığı yok etmeye yönelen savaş senaryolarını ortadan kaldırmalıdırlar .Atatürk’ün yurtta ve dünyada barış ilkesine bölgede de barış anlayışı da bugün için acilen eklenmelidir .

ANKARA KALESİ–238 "TÜRKİYE‘NİN BÖLGESEL GÜVENLİĞİ" Prof.Dr.A NIL ÇEÇEN (Ankara, 25 Şubat 2018) - Türkiye kendisini çevreleyen bölgelere açılırken ya da bu bölgelerden gelen gelişmelere sahne olurken ,yerel tehditlerden kaynaklanan genel anlamda bir bölgesel güvenlik sorunu ile karşı karşıya bulunmaktadır

ANKARA KALESİ–238 
TÜRKİYE‘NİN BÖLGESEL GÜVENLİĞİ
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 25 Şubat 2018

Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın orta bölgelerinde yer alan bir merkezi devlettir. Jeopolitik kitaplarındaki açıklamalara göre, yeryüzü karalarının tam ortalarında bulunan merkezi bölgenin tam ortasında yer alan bir konuma sahip olan Türk devleti, bu hali ile merkeze yakın olan ve merkezin içerisinde yer alan çeşitli bölgeler ile hem komşuluk hem de bağlantı ilişkilerine doğal olarak sahip bulunmaktadır. Türkiye’nin harita üzerindeki konumu siyasal coğrafya bilgileri çerçevesinde ele alınırsa ,bu devletin çevresinde yer alan bölgeler ile ilgili olarak çeşitli sorunlara sahip bulunduğu görülmektedir . Bu nedenle , Türk devletinin genel olarak güvenlik sorunu ele alınırken , önceliğin merkezi bölgeler ile olan bağlantılara yer verilmesi gerekli görünmektedir . Türkiye kendisini çevreleyen bölgelere açılırken ya da bu bölgelerden gelen gelişmelere sahne olurken ,yerel tehditlerden kaynaklanan genel anlamda bir bölgesel güvenlik sorunu ile karşı karşıya bulunmaktadır . Bölgeler harita üzerinde sahip oldukları konumları doğrultusunda farklı yaklaşımların öne çıkmasına aracı olurlarken , bunların bir bütünsellik içerisinde daha ağırlıklı bir güvenlik sorunu paketinin gündeme gelmesine de öncülük yapabilmektedirler .

Türkiye gibi bir merkezi ülkenin karşı karşıya kaldığı bölgesel sorunlar üzerinde dururken ,bölge kavramının açıklığa kavuşturulması önem taşımaktadır . Bölgelerin harita üzerindeki konumlarının değerlendirmesi yapılırken bölgelerin açıklamasını yapmak, ya da durumlarını belirlemek için belirli bir sistematik çizgisinde konunun ele alınması gerekmektedir . Bölge kavramı ile neyin kast edildiği , bölgelerinküçük,orta ve de büyük gibi nitelemeler çerçevesinde ele alınmasıyla ortaya çıkan tabloda , Türkiye tam olarak merkezde yer almaktadır. Ne gibi güvenlik sorunları ile karşı karşıya kalınacağının açıklığa kavuşması ile birlikte , Türk devletinin de kendisini korumak üzere harekete geçerek gerekli olan önlemleri alacağı düşünülebilir . Bu doğrultuda Türkiye’yi çevreleyen büyük komşu bölgelerin konumları ile , Türkiye’nin sınırları içerisinde yer alan küçük bölgelerin ayrı ayrı ele alınarak değerlendirmeleri daha gerçekçi ya da real politik bir yaklaşım olmaktadır . Dünyanın jeopolitik merkezini çevreleyen bölgeler tek tek ele alındıkları zaman kendi konumları açısından belirli yaklaşımlara konu olabilecekleri gibi , çevreledikleri merkezi bölgede yer alan Türk devletinin harita üzerindeki gerçek konumunun belirlenmesi açısından da , farklı boyutlar kazanarak yapılan tanım denemelerinin açıklık kazanmasına da katkı sağlamaktadırlar . Konu jeopolitik biliminin sınırları ötesinde ele alındığı zaman tarihsel gelişmelerden alınacak örnekler de , ülkeler ve devletlerin güvenlik sorunlarının belirlenmesinde yardımcı olabilmektedirler .

Genel olarak her devlet kendisini çevreleyen dış bölgeler ile ve kendi sınırları içerisinde yer alan iç bölgeler arasında kalan kendine özgü bir siyasal konuma sahipbulunmaktadır . Devletlerin merkezleri açısından konu ele alındığı zaman , her devletin ülkesel bütünlüğünü ortaya çıkaran milli birliği ile, çevresinde yer alan komşu bölgeler ile olan yakınlığı , hem tehdit analizlerinde hem de güvenlik sorunlarına karşı geliştirilen önlem paketlerinin oluşturulmasında etkili kriterler olarak öne çıkmaktadır . Türkiye total bir güvenlik analizine konu olduğu aşamada , hem kendisini çevreleyen büyük bölgelerin konumu ile, hem de kendi sınırları içerisinde yer alan ülkenin bir parçası durumunda olan küçük bölgelerin durumları ile yüz yüze gelmektedir . Büyüklük ve küçüklük ilişkileri açısındanönem kazanan bölgeler ülke ve devletlerin gelecekleri açısından yönlendirici etki sağlamaktadırlar.

Dünya kıtaları üzerinde belirli bir yere ülke olarak sahip olan devletler hem kendilerini sınırların ötesinde çevreleyen büyük ve küçük bölgeler ile çevrili oldukları kadar , kendilerini çevreleyen sınırların içinde bulunan çeşitli büyüklükteki bölgelerin doğrudan ya da dolaylı etkilerinin baskısı altında da kalabilmektedirler. Her bölge doğal yapı olarak sahip olduğu özelliklerden ileri gelen farklı yansımaların yönlendirmesi altında olduğu gibi aynı zamanda diğer bölgelerden gelen farklı koşulların gündeme getirdiği oluşumlar ve sorunlar ile de uğraşmak zorunda kalmaktadır .Yeryüzü kıtalarının bir parçası üzerinde yer alan çeşitli ülkeler dünya haritalarının ortaya koyduğu jeopolitik konumların yansıdığı yapılanmalar içerisinde yönlenmek zorunda kalmaktadırlar . Bilim hayatının getirdiği veriler doğrultusunda bölgeler ve ülkeler arasındaki ilişkiler ele alındığında etki-tepki ilişkilerinin bu noktada fazlasıyla ortaya çıktığı ve gelişmeleri bu doğrultuda etkilediği açıkça görülmektedir .Coğrafya , jeopolitik , uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi gibi bilim dalları bölgeler ve ülkeler arasındaki ilişkileri her yönü ile ele alarak incelemekte ve bu gibi konularda devletlerin gerekli önlemleri almasına yardımcı olmaktadırlar .Bütün devletler iyi bir yönetim için nasıl bir coğrafya içinde yer aldıklarını ve kendilerini içeriden ya da dışarıdan kuşatan çeşitli bölgelerin ülke için ne gibi yansımalar yarattıklarını iyi bilmek durumundadırlar .

Devletlerin güvenliği açısından ülkeleri çevreleyen iç ve dış bölgelerin yarattığı sorunlar ve bunlar üzerinden gündeme getirdiği tehditler devletlerin geleceği ve ülke yapılarının devamlılığı açılarından son derece önem taşıyan konulardır . Bu açıdan her devlet kendi siyasal yapısını destekleyecek önlemleri alırken , bölgelerin sahip olduğu koşulları dikkate alarak hareket etmek ve bu doğrultuda siyasetler geliştirerek , ülkenin ve toplumun geleceğini sağlam temeller üzerinde oluşturacak ileri düzeyde bir kamu yönetimi düzeni kurmak zorundadır . Her devlet , devletler arasındaki rekabet yarışında geri kalmamak için kendi siyasal gerçekliği doğrultusunda bir yapılanmayı böylesine bir önlem alıcı yaklaşım çerçevesinde geliştirirken , benzeri tutumların diğer devletler üzerinden de hazırlanarak uygulama alanına getirildiğini iyi bilmek durumundadır . Her toplumsal yapının güvenliği ancak güçlü ve etkin bir kamu yönetimi ile sağlanabilir . Devletler kamusal varlıklar olduğu için , sahip oldukları kamu düzenlerinin öncelikli olarak korunması ve zaman içerisinde de yeni ortaya çıkan koşullar dikkate alınarak yenilenmesi ile güvenlik sorunları gerçekçi çözümlere kavuşturulabilmektedir . Güvenlik alanı her geçen gün daha da genişleyerek etkin bir konuma gelirken , ülkeler ve bölgeler arası ilişkiler meselesi yeni boyutlar kazanmaktadır .

Türkiye Cumhuriyeti merkezi coğrafyanın tam ortalarında merkezi ülke konumu ile ortaya çıktıktan sonra , Türk devletinin yaşadığı gelişmeler de iç ve dış bölgelerden gelen çeşitli sorunların öne çıktığı ve ülke düzeni açısından tehditler yarattığı görülmüştür . Türkiye’nin bölgesel güvenliği bütün boyutları ile ele alındığında iç ve dış bölgelerden kaynaklanan tehditlerin , çeşitli sorunları yaratarak devletin birliğini ve bütünlüğünü sarstığı göze çarpmaktadır . Bölgelerin özellikleri ve özel durumları devletlerin devamlılığı açısından her zaman için önem taşımış ve bu doğrultuda meydana gelen gelişmeler, tarihsel süreç içerisindeki ortaya çıkan gelişmelerin ya da olayların hazırlayıcısı olmuştur .Orta Asya kökenli bir ulus olan Türkler , günümüzde ön Asya bölgesinde Anadolu adı verilen bir yarımadanın üzerinde yaşamlarını sürdürme durumunda kaldıkları için her iki bölgenin getirmiş olduğu özelliklerin etkilerini farklı yönleri ile yaşamak durumunda kalmışlardır . Coğrafya kitaplarında Asya Minör adı verilen Anadolu yarımadasını Türkiye’ye dönüştüren Türkler ,bölgede var oldukları sürece dünyanın zorluklarına karşı direnmesini bilmişler ve zamanla ortaya çıkan güçlüklere hemen teslim olmayarak mücadele etmesini başarmışlardır.Bugünün Türkiye’si bölgesel tehditlere karşı bir ülkesel savunma içerisine girerken , kendisinden önce tarih sahnesine çıkmış olan devletlerin deneyimlerinden yararlanmasını bilmiştir. Türkiye gibi farklı bölgelerin devletleri, içinde bulundukları ortamın özelliklerini dikkate alarak hareket etmesini bildikleri için kendilerinden sonra ortaya çıkan devletlere yol göstererek güvenlik sorunlarının çözüme kavuşturulmasında etkin olmuşlardır .

Bölgelerin ve ülkelerin güvenliğini dünyanın güvenliğinden ayrı düşünmek ya da uzak tutmak mümkün değildir . Teknolojinin çok hızlı olarak geliştirdiği yenilikler dünyanın küçülmesine ve bölgeler arası ilişkilerin bu doğrultuda önemli ölçüde değişiklikler göstermesine yol açmıştır .Soğuk savaş dönemi sonrasında devreye giren küreselleşme sürecinde her ülke dışa açılarak dünyanın bütün ülkeleri ve diğer bölgeleri ile yakın ilişkilere girerken , yeni durumun gündeme getirmiş olduğu farklı durumlar her ülke için eskisinden çok ayrı sorunlar ortaya çıkarmış ve bu nedenle de ülkelerin yeryüzü haritası üzerindeki konumları hızla değişiklik göstermiştir . İki kutuplu dünyadan tek kutuplu yeni bir düzene geçmek için batı emperyalizmi dünya ülkelerini baskı altına alırken, bu gibi girişimler sonuçsuz kalmış ve iki kutuplu dünyadan tek kutuplu bir düzene geçiş dünya uluslarının direnişi yüzünden gerçekleşemeyince , insanlık çok kutuplu yeni bir dünya düzeni ile karşı karşıya kalmıştır . Ülkeler açısından ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamak kolay olmamış , soğuk savaş sonrasında dünya ülkeleri özgürce bütün kıtalara açılarak diğer ülkeler ile yakın ilişkiler tesis etmek için çaba sarf ederken , son dönemin çok kutuplu yapılanmasında yer alan yeni emperyal devletlerin baskı ve saldırıları ile karşı karşıya gelmek gibi bir durum öne çıkmıştır . Devletler kendilerini içeriden ve dışarıdan çevreleyen bölgelerin yarattığı sorunlar ile boğuşurken , yeni dönemde bir de çok kutuplu dünyanın yeni kutup başı ülkelerin hegemonya arayışlarının etkileri altında kalmışlardır . Bölgelerden kaynaklanan güvenlik sorunu devam ederken,bir de bu duruma yeni ortaya çıkan süper güç olmaya aday büyüklükteki emperyal güçlerin yarattığı müdahale sorunları da eklenmiş bulunmaktadır .

Dünya haritasının düzensiz olması , harita üzerindeki devletlerin genişliklerinin ve büyüklüklerinin birbirlerinden çok farklı boyutlarda olması gibi sorunlar devletler arasındaki ilişkilerin düzenli olmasını önlerken ,küresel sürecin başlamasıyla birlikte bazı devletlerin harita üzerindeki konumlarının değişmesi gündeme gelmiştir . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra on beş tane bağımsız devlet ortaya çıkarken ,Yugoslavya’nın harita üzerinden silinmesiyle birlikte de yedi ayrı devlet dünya sahnesine çıkmıştır . Çek ve Slovak devletleri de bu aşamada birbirinden ayrılınca soğuk savaş dönemi sonrasında dünya yeni devletler ile tanışmak durumunda kalmıştır . Uzun süre birlikte yaşayan devletlerin birden birbirlerinden ayrılmak noktasına gelmesi ,bütün dünya devletleri üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır . Büyük devletlerin sınırları içinde yer alan bazı özerk bölgeler ile federasyonların içinde yer alan küçük federe devletler de, dağılan konfederasyonlar gibi ayrı ve bağımsız devletler olarak dünya sahnesine çıkmak istemişler ama merkezi büyük devletlerin bu gibi durumlarda ülke birliği ve bütünlüğünün korunması doğrultusunda kararlı davranmaları üzerine , büyük devletler içinden yeni dağılma ya da çözülme gelişmeleri gündeme gelememiştir . Büyük devletler arasındaki rekabet doğrultusunda bazı büyük devletlerin diğer büyük devletleri geride bırakarak rakip olmaktan çıkarma durumunda , diğer devletlerin içinde yer alan küçük devletçiklerin ya da özerk bölgelerin kendilerine benzer küçüklükteki diğer küçük devletlere benzer bir biçimde bağımsızlık statüsünü kazanmaları gerektiği doğrultusunda ,dışarıdan müdahale ya da uzaktan kumandalı manüplasyon girişimlerine kalkıştıkları görülmüştür . Çok kutuplu dünyanın yeni büyük güçleri , kendilerinin dışındaki diğer büyük devletleri devre dışı bırakma doğrultusunda bölücü ve yıkıcı hareketler ile birlikte, terör ve bölge savaşı gibi sıcak çatışma olaylarını da emperyal çizgide tezgahlamaya çalışmışlardır .

İki büyük dünya savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler gibi büyük bir uluslar arası örgütün kurulması , üçüncü dünya savaşı gibi daha büyük bir felaketten insanlığı kurtarmak üzere gündeme gelmiştir . Evrensel hegemonya peşinde koşan yeni büyük güçler , yeryüzünün bütün kıtaları üzerinde çekişmeye başlayınca bazı bölgelerde savaş ve terör çatışmaları başlamış ve zamanla bunlar bölgesel savaşlara doğru gelişmeler göstermiştir .On bin yıllık insanlık tarihinin gözler önüne serdiği gibi uluslar arası alanda asıl olanın savaş olduğu ve barışın istisnai olarak zaman zaman devreye girdiği ama kısa ömürlü olarak kaldığı görülmektedir . Normal koşullarda ya da barış dönemlerinde bölgelerde olumsuz gelişmeler öne çıkmadığı için ülkelerin güvenlikleri savaş dönemlerine kıyasla daha sağlam olabilmektedir . Savaş dönemlerinde ise bütün ortamlarda var olan düzenler sarsıntı geçirdiğinden, kaos ve karışıklık olguları öne çıkarak devletlerin kamu düzenlerini açıkça tehdit etme noktasına gelmektedir .Her devlet bu nedenle kendisini koruma ve bu doğrultuda önlemler alarak gelecek açısından ülke güvenliğini sağlamakla kendisini görevli olarak görebilmektedir .Devletler vatandaşlarının güvenliğini öncelikli olarak gerçekleştirmek durumunda olduğu için kamu düzeni ve güvenliğinin korunması açıdan hiç kimsenin devletleri eleştirme hakkı yoktur .Tarihsel süreçlerin sonucu olarak dünya haritasında yer alan bütün devletler , var olma ve geleceğe yönelik olarak devamlılık sağlama noktasında , birbirlerine benzer bir biçimde koruyucu ve muhafazakar bir tutum ile tehditlere karşı çıkan bir tavır geliştirebilmektedirler.

Toplumsal yapıda iç dinamiklerini geliştirerek güçlendiren devletlerin , kendisini çevreleyen bölgelerden gelen olumsuz gelişmelere karşı önlem geliştirmeleri daha kolay olmaktadır . Her toplum yaşayan bir organizma olarak kabül edildiği sürece , sosyal tabanlı gelişmelerin devletleri yeni jeopolitik tehditler ile karşı karşıya getirmesi ,iç dinamikler üzerinden güçlü devlet yapılarında önlenebilmektedir . Bu gibi durumlarda devletlerin ulusal toplum yapısından kaynaklanan bir tabana sahip olmasının getirdiği sıkı ilişkiler ağının öne geçerek etkin olduğu gözlemlenebilmektedir .İç cephesi güçlü olan ve merkezdeki devlet yapılanmasını her türlü saldırı ya da tehdide karşı güçlü bir biçimde yapabilen devletlerin her türlü konjonktürel rüzgarlara karşı koyabildikleri ve direnerek daha iyi ve olumlu bir siyasal ortama sahip olabildikleri , bir çok gelişmenin ortaya koymuş olduğu doğal bir sonuç olarak görülmüştür . Devlet modellerinin bu noktada ciddi bir önem taşıdığı ,toplum içinde uluslaşma süreçlerinin yaşanmadığı bölge devletlerinde ise ulusal bir yapılanma ve onun getirmiş olduğu sıkı dayanışma olmadığından , devlet yapılarını çevreleyen bölgelerden gelen olumsuz gelişmelerin , hedef alınan devletlerinin yapıları üzerinde her türlü saldırının ötesinde çok etkin değişikliklere giden yolu açtığı görülmektedir . Siyasal yapılar açısından büyük değişikliklere gidebilecek gelişmelerin bölgesel önlemlere gidilerek karşılanabilmesi ya da daha sonraki aşamada farklı sonuçlar yaratılmasına gidebilecek önemli adımlar atılırken devletlerin yıpranmalarına ve açığa düşmelerine kamu düzeni açısından izin verilmemelidir .

Türkiye Cumhuriyeti bir bütün olarak ele alındığında , kendisini çevreleyen bölgelerin hepsi ile karşı karşıya gelen ve resmen birbirinden uzaklıkları nedeniyle farklı jeopolitik konumlara sahip olma aşamasındaki bölgelerin tek tek ele alınmaları, ülke güvenliği açısından zorunluluklar göstermektedir . Türkiye’nin merkezinde yer aldığı geniş bölgenin sürekli olarak gözlem altında tutulmasıyla, bölgeler üzerinden gelişebilecek yeni durumların önceden tespit edilerek ona göre hareket edilmesi tedbirli bir tutum olabilecektir .Doğmakta olan ya da gelecekteki aşamalarda ortaya çıkabilecek farklı türlerdeki gelişmelerin yaratabileceği olumsuz yansımaların ya da tehditlerin önüne geçmek böylece sağlanabilecektir . Türk devletinin merkezi gücü ile birlikte ülke üzerinden milli sınır bölgelerine yansıyan siyasal gücü de geleceğin tehditlerinin belirlenmesinde etkili olacaktır. Genel olarak Türkiye’nin çevresine bakıldığında dört bir yanından çeşitli tehditler ile karşı karşıya olduğu görülmektedir .Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Türkiye’nin merkezinde yer aldığı orta dünyaya batılı siyaset bilimcileri felaketler coğrafyası adını vermekten çekinmemişlerdir .Fransızların yapmış olduğu bu isimlendirmeye İngilizler de karanlıklar coğrafyası adını takmışlardır .Bu bölge için ise Amerikalı bilim adamları Avrasya Balkanları adını takarak , tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi küçük topluluklar ve devletçikler arasında büyük çekişmelerin ortaya çıkabileceği ve bu doğrultuda bütün anlaşmazlıkların terör ya da savaş girişimleri üzerinden bölge için sıcak çatışma ortamının doğmasına giden yolu açabileceği üzerinde durulmuştur .

Önce Osmanlı İmparatorluğunun daha sonraki aşamada ise Sovyetler Birliğinin yayıldığı merkezi coğrafyanın geleceğinde ortaya çıkan çeşitli planlar ve projelerin, artık daha açık ve etkin bir biçimde tartışma alanına geldiği görülmektedir .Bazı devletlerin zaman içerisinde tasfiyeye uğraması ya da farklı bir çizgide kurulması gibi durumlar bölge devletlerinin tepkisiyle karşılaşabilmektedir.Ayrıca ,bölge içinde yer alan çeşitli toplumsal ya da askersel oluşumların beraberlerinde eski yapının yıkımı ile geleceğe dönük bir yapıyı yeniden onarma gibi bir büyük sorunun tekrar gündeme gelmesi söz konusudur . Türkiye Cumhuriyeti’nin , batıdan eski Osmanlı ülkelerinden ya da doğu Avrupa ülkelerinden gelebilecek çeşitli sorunların bölgede gene eskisi gibi kaos ve karışıklık rüzgarları estirmesinden çekinmesi gerekmektedir . Küresel emperyalizmin ulus devletleri yeni dönemde parçalayarak küçük devletlere geçiş sinyalleri vermesi bütün devletler açısından yeni tehditler yaratırken, Osmanlı hinterlandının merkez ülkesi olan Türkiye’nin ,kendisinden eskisi gibi kopup gidecek yeni devlet oluşumlarına seyirci kalması düşünülemeyecek bir sorundur . Küreselleşme olgusunun bölmeyi ,parçalamayı ya da dağıtma anlamlı çıkışlarını görenler, eski tip bir devlet yapılanmasının ötesinde bu gibi olaylara karşı hazırlıklı olabilmenin arayışı içine girmişlerdir . Bu gibi durumlarda beklenmedik olumsuz gelişmelere karşı yapılabilecek işler ya da bu doğrultuda atılacak adımların planlı bir biçimde önceden belirlenmesi gerekmektedir .Türkiye’nin batı sınırlarında yer alan Balkan ülkelerinin emperyal müdahaleler yüzünden her zaman için eskisi gibi istikrarsızlık ortamı yaratması mümkün görünmektedir . Balkan ülkelerinin çok küçük olması ve kendi aralarında bölgesel hegemonya çekişmelerine yatkın olmaları yüzünden , Balkan yarımadası Türkiye için her dönemde istikrarsızlık üretme merkezi konumunu korumuştur .

Türkiye Cumhuriyetine batı bölgesinden gelebilecek tehditler içerisinde batı dünyasının büyük emperyal devletlerinden kaynaklanabilecek sorunlar da bulunmaktadır . Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin , ikinci dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletlerinin batıdaki Atlantik kıyılarından kopup gelerek merkezi coğrafya da hegemonya yapılanması oluşturmaya çalışmaları da ,Türkiye için büyük tehditler oluşturmuştur . Bugün için Almanya’nın Avrasya bölgesinde hegemonya oluşturmak üzere izlediği doğu politikasına yönelmesi ya da Fransa’nın Akdeniz birliği oluşturma doğrultusunda Türkiye’nin güney bölgelerini işgal etmeye çalışması bir merkezi coğrafya devleti olan Türkiye için hegemonya baskısı yaratan tehditler olarak öne çıkmıştır . Akdeniz’de kıyısı olan İtalya ve İspanya gibi ülkelerin de deniz ülkelerini genişletme eğilimleri de Türkiye için Akdeniz bölgesinde ikinci derece tehdit olarak zaman zaman ortaya çıkmıştır . Merkezi deniz olan Akdeniz’in tarih boyunca sıcak çatışma alanı olması ve üç kıtanın ortasında kritik bir konum taşıması yüzünden batılı devletler bu iç deniz üzerinde hegemonya arayışı çizgisinde bir rekabete girişmişler ve bu durumun sonucunda da sıcak çatışmalar bazandonanmalar savaşına dönüşmüştür .

Güvenlik merkezli tehdit analizleri yaparken Türkiye’nin devlet yapısından hareket etmek gerekmektedir . Her ülke açısından öncelik devlet düzeninin korunması olduğuna göre , Türkiye açısından da öncelik , Atatürk’ün belirli ilkelere dayanarak kurmuş olduğu cumhuriyet rejiminin korunmasındadır . Türk anayasalarında şimdiye kadar yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri anayasanın başlangıç bölümünde yer aldığı sürece , Türkiye Cumhuriyetinin kuruluştan gelen siyasal rejiminin devam ettiği söylenebilir . Bu doğrultuda rejimin kendini savunma mekanizmaları var oldukça , cumhuriyet devleti açısından bir toplumsal ya da hukuksal güvenceden söz etmek mümkündür . Diğer devletler gibi Türkiye’de rejimine öncelik tanırken değişim rüzgarlarına karşı dik durabilmek zorundadır.Kendi güvenlik sorunlarını algılayamayan hiçbir devletin ayakta kalması mümkün değildir .Her devlet kendini merkeze alan bir güvenlik politikası geliştirirken , uluslararası ilişkilere ve yeni ortaya çıkan gelişmelere dikkat etmek zorundadır . Bunları gözlemleyerek inceleyen ve yeni durumlara göre kendi devlet modeli üzerinden harekete geçen siyasal yapıların emperyal rüzgarlar ya da saldırgan dönüşümler üzerinden zorla dönüşüme sürüklenmeleri kolaylıkla önlenebilir. Değişimin düzen yıkımına doğru zorlanmasında ,kuruluş modelini koruyarak hareket eden devletlerin direnişleri ülke ve bölge barışlarının korunması açısından önem taşımaktadır .

Güvenlik sorunları içerisinde müttefik ve düşman devletler ayırımı öncelikli olarak belirlenmesi gereken bir durumdur . Bütün devletler dost ve müttefik görünerek uluslararası ilişkilerini geliştirmeye çalışırlar . Ne var ki , siyasal olaylar geliştikçe ve ortaya yeni durumlar çıktıkça devletlerin ulusal çıkarları birbirine ters düşmeye başlayabilir ve böylesine hareketli konjonktürler de eskiden müttefik durumunda olan devletlerin yolları ayrılabilir . Kendisini tanıyan ülke ve bölge gerçeklerini iyi bilen devletler, bu gibi durumlarda gelişmeler doğrultusunda önlemlerini alarak yeni duruma ayak uydurmaya çalışırlar . Devletler arası ilişkiler karşılıklı çıkarlara dayandığı için , kendini çıkarları doğrultusunda koruyarak devletlerin içinde bulundukları ittifak düzenlerini yeniden ortakları ile görüşmeleri ve buna göre davranarak çözüm üretme yoluna gitmeleri gerekmektedir . İttifaklar gerçekçi olduğu sürece uzun zaman dilimlerinde devam edebilmektedir . Bu durumun tersi ortaya çıktığında , ittifakların bittiği ve ortak devletlerin birbirlerine sorup danışmadan kendi başlarına yeni siyasal arayışlara girdikleri görülebilmektedir . Büyük ve güçlü devletler , değişen koşullarda kendi çıkarları doğrultusunda farklı yollar izlemeye başladığında, bu durumu eski müttefiki olan orta boy ve küçük devletlerden sakladığı ya da hiçbir değişiklik yokmuş gibi hareket ederek ayrılan yolları ve farklı çıkarları gözlerden uzak tutmaya çalışarak eski politikalara devam ediyormuş gibi , iki yüzlü ya da çifte standartlı yollara çekinmeden başvurabilmektedirler .

Türkiye’nin batı dünyası ile ilişkilerine bakıldığında , batı emperyalizminin dünyanın orta bölgelerini kendi kontrolları altında bir çıkar düzenine bağlı tutmaya çalıştığı görülmektedir . Ne var ki , batı blokunun çıkarları doğrultusunda Türkiye yönlendirildiği zaman, komşular ile karşı karşıya gelme riski giderek artmakta , dünyanın doğu yarısının içinde yer alan merkezdeki ülkeler ile Türkiye batı blokunun çıkarları yüzünden ters düşerek , sıcak çatışma ve terör olayları gibi olumsuz gelişmeler ortaya çıkabilmektedir . Son zamanlarda stratejik derinlik diyerek ortaya çıkan bazı kesimlerin , Türkiye’yi emperyalistlerin haksız çıkarları uğruna kendi bölgesinde savaş senaryolarına alet etmeye çalıştıkları görülmektedir . Özellikle soğuk savaş sonrası yeni dönemde küreselleşme adına yeni emperyalizmin çıkarlarına Türkiye’yi alet edenler , özellikle enerji kaynakları üzerinden sürdürülen savaş senaryolarında Türkiye’yi haksız yere kendisinin taraf olmadığı bir savaşa doğru müttefiklik ilişkileri doğrultusunda sürüklemeye kalkışmaları , ülke ve bölge güvenliği açısından son derece tehlikeli durumlar ortaya çıkarmaktadır . Orta Doğu’da başlayan sıcak çatışmaların Arap baharı görünümünde Akdeniz kıyılarında yayılması ,Orta Doğudaki terör hareketlerinin Kafkasya ve Hazar bölgelerine taşınarak bu bölgelere de batılı emperyalist güçlerin girmeye çalışması ,Türkiye’yi doğu bölgesinde yer alan komşuları ile karşı karşıya getirmektedir . Türkiye Arap baharı sonrasında bir Kafkas baharına doğru sürüklenmemelidir . Böyle bir olumsuz durum ortaya çıkarsa, Akdeniz’den sonra Karadeniz kıyılarının da karışması ya da sıcak olaylara sahne olması söz konusu olabilir .Türkiye dört bir yanı açık bir jeopolitik coğrafyaya sahip olduğu için bu kadar geniş alanda bir çok emperyal proje ile uğraşmak ve bunların önünü keserek komşuları ile bölge barışını tesis etmek durumundadır . Güvenlik araştırmaları ülkelerin ötesinde daha geniş alanlara yönelik olarak yapıldığı için bölgeselleşme kavramı kendiliğinden öne geçmektedir . Kendini bilen sorumlu devletlerin komşu ülkeler ile ilişkilerini barış içerisinde sürdürürken bölgesel barış diye bir kavram öne çıkmaktadır . Bu açıdan aynı bölgedeki ülkelerin birbirlerini düşünerek hareket etmeleri kaçınılmaz bir tutum haline gelmektedir . Bölge kavramı doğrultusunda ülkeler arası ilişkiler yeniden düzenlenirken bölgeselleşme olgusunun güvenlik sorununun çözümü için getirdiği katkıların da dikkate alınması gerekmektedir . Küresel dönemde batı emperyalizminin çeyrek yüzyılı aşan bir saldırganlığına sahne olan merkezi coğrafyanın geleceği açısından ,bölgeselleşme ciddi bir alternatif olarak öne çıkmaktadır . Küresel emperyalizme karşı devreye giren alternatif yapılanma olarak bölgeselleşme yeni dönem Türk politikasının gelişmesi açısından alternatif çözüm üretecek bir kavram olarak devreye girmektedir .Tek bir Orta Doğu bölgesinin Türkiye’nin başına neler açtığı görüldüğünde Akdeniz, Ege ,Balkanlar ,Karadeniz ,Kafkasya , Hazar ve Orta Asya bölgelerinde ortaya çıkabilecek yeni gelişmelerin Türkiye için ne gibi sorunlar çıkaracağı ve bu sorunların hangi yeni tehditleri beraberinde getireceği belli değildir . Türkiye kendisini çevreleyen bu bölgelerin tam ortasında yer alan merkezi bir devlet olarak ,emperyalist ülkelere karşı bir alternatif yapılanmayı kendi bölgeselleşme planı olarak ortaya koyabilmelidir .

Emperyalistler dünyaya kendi çıkarlarına göre yeni bir yön vermeye kalkışırken , bölgesel sorunların çözümü için de kendi küresel çözümlerini dayatmaya kalkışmaktadırlar .Küresel çıkarlar ile bölgesel çıkarların çatıştığını fark edemeyen ya da gizlemeye çalışan böylesine çıkarcı bir yeni tür emperyalizme , Türkiye ve komşuları aynı bölgenin devletleri olarak alet edilemezler . Büyük güçlere ve emperyal devletlere karşı komşu ülkeler ile geliştirilecek bölgesel işbirliği yaklaşımları , dıştan gelecek saldırılara karşı bölgesel birlikler kurulmasına giden yolları da açacaktır . Beraber yaşanacak ortak yer ya da işbirliği geliştirilecek kara parçalarını ortak bölge kavramı çerçevesinde ele almak yoluyla alternatif bir yaşam düzeni kurulabilecektir . Komşu ülkelerin bu doğrultuda böylesine yakın bir işbirliğine girmeleri sayesinde oluşturulacak bölgesel dayanışma düzenleri ya da bölgesel paktlar, bulundukları yörede çıban başı veren sıcak çatışma alanlarının da ortadan kaldırılmasına giden yolu açacak ve bu doğrultuda kalıcı barış düzenlerinin bölgesel güvenlik yapılanmaları aracılığı ile öne çıkarılmasına yardımcı olacaktır .

Orta Doğu bölgesinde sıcak çatışmaların altında geniş enerji yataklarının bulunduğu anlaşıldığında , hem Akdeniz’in hem de Karadeniz’in yeni enerji alanları olarak dünyanın gündemine girdikleri görülmektedir .İsrail Fransa ile işbirliği yaparak bir Akdeniz birliği oluşumu çizgisinde yeni bir Lavant yapılanmasını doğu Akdeniz bölgesinde öne çıkarırken , Karadeniz bölgesinde de kanal İstanbul projesi üzerinden yepyeni bir yapılanma başlatılmaktadır . Varşova paktının çözülmesi , Nato’nun Karadeniz’e gelmesi ve Karadeniz işbirliği örgütünün kurulması , yeni bölgeselleşme oluşumları olarak Türkiye’nin kuzey bölgesinde de farklı düzeyde bir bölgeselleşmenin devreye girdiğini göstermektedir . Bu durumda , Türk devleti güneyinde yer alan Orta Doğu bölgeselleşmesi gibi Karadeniz üzerinden de bir kuzey yapılanmasının tam ortasına doğru sürüklenmiştir . Şimdi yapılacak olan bölgeselleşme modellerinin komşu ülkelerle işbirliği yaparak karara bağlanmasıdır .

ANKARA KALESİ- 237 MİLLİ OLAN YERLİ DEĞİLDİR Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN Ankara, 06 Şubat 2018

ANKARA KALESİ- 237 
MİLLİ OLAN YERLİ DEĞİLDİR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 06 Şubat 2018

Son günlerde Türkiye’de yeni bir zihin yönlendirmesi olarak “YERLİ ve MİLLİ “ biçiminde bir ikili kavram kullanılması, kamuoyu önünde tırmandırılmaya çalışılmakta ve yeni ortaya çıkan uluslararası konjonktürün Türkiye’ye yansıyan bazı olumsuz etkileri devre dışı bırakılarak , kitle psikolojisi ayarlamalarında bu doğrultuda yeni bazı siyasetler devreye sokulmaya çalışılmaktadır . Bu doğrultuda şimdiye kadar birbirinden ayrı olarak kullanılan “YERLİ” ve “MİLLİ “ kavramları durduk yerde bir araya getirilmemekte ve bu çizgide bir ikili bir kavram birlikteliğine pek rastlanılmamakta idi . Ne var ki , küreselleşme sürecinin sona ermesi ve bu doğrultuda yıpratılan ulus devletin tasfiye olma noktasına getirilmesi yüzünden ortaya çıkan olumsuz durumun önlenmesi için geliştirilen yeni bir zihin yönlendirme aracı olarak , bu iki kavramın siyasal amaçlı olarak birlikte kullanımının planlandığı anlaşılmaktadır . Bu plan çerçevesinde bütün kitle iletişim araçlarında “YERLİ” ve “MİLLİ” kavramlarının ortak bir kullanım yaklaşımına doğru yönlendirildiği görülmektedir .Birden ortaya çıkan bu uygulama, önceleri kamuoyunda yadırganmış ama bu doğrultuda estirilen rüzgarlar doğrultusunda farklı bir yaklaşım ile her geçen gün iki kavramın yeni stratejik birlikteliğinin etkin bir biçimde tırmandırıldığı görülmüştür.

Birbirinden çok farklı anlamlara sahip olan bu iki kavramın birden birlikte kullanılmaya başlanmasının arkasında yatan nedenler üzerine kamuoyunda tartışmalar başladığında ,gene ortaya yeni çıkan uluslararası konjonktürün etkisiyle hareket edildiği gibi bir durum dikkati çekmektedir . Daha çok yerel bir durumu ifade eden yerli kavramı ile yerelin ötesinde bir ulusun yaşadığı ülkenin sınırları içindeki ulusal devlet yapılanmasının bütününü temsil eden milli kavramı aslında birbirlerinden fazlasıyla uzak kavramlardır .Yerli kavramı harita üzerinde belirli bir yere dayanırken ve bu açıdan bir yerin küçüklüğünü ifade ederken , milli kavramı da bir ulusun büyüklüğü doğrultusunda yaşanılan ülkenin sınırları içerisinde kalan ulusal sınırların bütününü ve bu sınırlar içerisinde kurulmuş olan ulus devletin bütünlüğünü temsil etmektedir . Böylesine birbirinden uzak iki kavramın anlam açısından belirli karşıtlıklar taşımasına rağmen birlikte kullanılmaya başlanması ,eskisine oranla fazlasıyla değişik bir durumun göstergesi olarak öne çıkmıştır .Yüzyıllarca dünya uygarlığı gelişirken , her yerde yaşamını sürdüren insan toplulukları bulundukları yerin yerel özellikleri ile bağlı kalmışlar ve bulundukları yerin kültürel ve sosyal yapılanmasının temsilcileri olarak yeryüzü arenasında kendilerine yer bulabilmeye çalışmışlardır . Yeryüzü üzerindeki her yer ya da bölge, içinde bulunduğu koşulların her zaman için yerli temsilcisi olmuşlar ama aynı anda milliliği temsil edememişlerdir . Yerel olmanın kendiliğinden ortaya çıkan özellikleri ile milli olmanın belirli bir zaman dilimi içinde oluşan nitelikleri arasında her zaman için önemli ölçüde farklılıklar ortaya çıktığı için ,yerli ile milli kavramları her zaman için birbirinden uzak kalmışlardır .

Yerli kavramı aslında içerik olarak ulusal ya da milli bir yapılanmaya değil ama bunun tamamen aksi bir doğrultuda yerel gerçekliğe dönük bir anlam çizgisine sahiptir . Yerli kavramı ile birlikte yerel kavramı da ele alınırsa eski deyimi ile mahalli olan yapılanma ortaya çıkmaktadır .Dünya haritası üzerinde yer alan herhangi bir yerin ya da ya da yerel küçük bölgelerin anlamı ortaya çıkarken, hem yerellik hem de yerlilik birlikte belirginlik kazanmakta ve bu durum o yerin ya da bölgenin uluslararası alanda ki kendine özgü olan yerini ortaya koymaktadır. Yeryüzü haritasında yer alan herhangi bir noktanın açıklanmaya çalışılması sırasında yerel gerçeklikler üzerinden bir yerellik olgusunun öne çıktığı görülmektedir . Yerli ile yerel bir yeryüzü noktasının gerçek kimliği olarak birbirlerini tamamlayıcı bir çizgide öne çıkarken, uluslararası alanın estirdiği evrensel rüzgarlara karşı değişik dünya merkezlerinde böylesine bir sarsıntıya karşı var olabilme , varlığını sürdürme ve de diğer yerli ve yerel olanlara karşı kendini koruma sürecinde , yerlilik ve yerellik olgularının birlikte var olarak farklı açılardan birbirlerini tamamladıkları anlaşılmaktadır . Mahalli olarak var olan küçüklüklerin geleceğe dönük bir çizgide korunmasında yerellik ve yerlilik kavramlarının birbirini desteklediği açıkça görülmektedir .Her iki kavram birlikte ele alındığında ya da bir yerin bütünü açıklanmaya çalışıldığı noktada , iki kavramın birlikte kullanıldığı aşamada ulusal ya da evrensel alanlara karşı net bir duruş sergilenebilmektedir . Dünya haritasında yer alan bütün yerlerin sahip oldukları konumları bu açıdan bir yerellik olgusu ile açıklanmaya çalışılmaktadır .

Batı kapitalizmi bütün dünyaya yayılırken , ekonomik ilişkiler uluslararası boyut kazanarak bir dünya ekonomisi olgusu gündeme gelmiştir . Bu doğrultuda bütün ülkeler dışarıya açılmış ve kendi olanaklar çerçevesinde uluslararası pazar da yerini alırken, öncelik eskiden beri var olan yerli üretim olanaklarına tanınmıştır .Her ülke dünya platformunda ekonomik yönü ile yer alırken yerel özelliklerinden yararlanarak ortaya yerli ürünler çıkarmış ve yerli ürünler ile pazar da rekabete girişerek var olmaya çalışmıştır .Türkiye’de bir ulus devlet olarak kurulduktan sonra yerli üretim olanaklarını seferber ederek işe başlamıştır . “Yerli malı yurdun malı ,herkes onu kullanmalı” gibi özdeyişin öncülüğünde yerli malı haftaları düzenlenmiş , her bölgenin yerel olanaklarını harekete geçirme doğrultusunda yerli malı üretimi ve kullanımı devlet desteği ile genişletilmeye çalışılmıştır . İlkokuldan üniversitelere kadar düzenlenen yerli malı haftaları ile yeni gelişen cumhuriyet gençliğinin yerli malı haftaları aracılığı ile ulus devletin hedeflerine doğru yönlendirilmesine çaba gösterilmiştir . Bu doğrultuda Türkiye’nin her bölgesinde öncelikle yerel ve bölgesel koşullardan yararlanılarak, ulusal ekonomiye giden yolda bir kalkınma seferberliği öne çıkarılmaya çalışılmıştır . Batı kapitalizminin evrensel emperyalizmine karşı yeni kurulan ulus devletlerin var olabilmesi , önce yerel üretimler ile başlamış ve sonraki aşamalarda yerli üretim olanaklarının planlı bir biçimde harekete geçirilmesiyle , bütün ülke düzeyinde ekonomik canlanma gerçekleştirilmiştir . Bu aşamada yerli ve yerel kavramlarının bir ülkesel bütünlük içerisinde birlikte devreye girdikleri görülmüştür .Ulus devletler dışa açılırken , sahip oldukları yerel olanaklar ile yerli bir kimlik kazanarak diğer ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmışlardır .

Batılı emperyalist ülkeler dünya kıtalarındaki sömürgelerini kurarlarken , yerel yapıları ve yerli koşulları dikkate almışlar ve sömürgelerin zaman içerisinde ulus devletlere dönüşmesine her türlü desteği sağlamışlardır . Ulus devletlerin tarih sahnesine çıkışları sürecinde , her ülkenin yerel koşulları yerli kimliklerini öne çıkarmışlardır . Zaman içerisindeki toplumsal bütünleşme olgusu sayesinde yerel ve yerli olan yavaş yavaş silinmeye başlamış ve sahip olunan ortak ulusal sınırlar içerisinde devlet merkezli bir uluslaşma süreci , dünya ülkelerini yerel ve yerli olmaktan çıkararak daha büyük bir çizgide ulusal yapılanmaya doğru taşımıştır . Aynı sınırlar içerisinde ortak bir vatana sahip olan topluluklar , uzun zaman diliminde bir arada olmaktan dolayı meydana gelen ortak değerler ve benzer özellikler üzerinden uluslaşmaya başladığında, yerlilik ya da yerellik olguları gerileyerek silinmeye doğru kayma göstermişlerdir .Bu kavramların gerilemesiyle meydana gelen siyasal boşluk alanın doldurulmasında uluslaşma süreci önde gelen bir etkiye sahip olmuştur . Bir anlamda dünya toplumları ortak devletlerinin çatısı altında uluslaşırken, yerel ve yerli olan bütün değerler silinerek ya da gerileyerek uluslaşma olgusunun tamamlanmasına katkıda bulunmuşlardır . Geçmişten gelen yerli ya da yerel yapıların güçlü olanları bütünleşme sürecinde varlıklarını koruyarak ilerledikleri aşamada ülke toplumlarının uluslaşmasına giden yolda katkı sağlamışlardır . Tarihsel süreç hiçbir zaman yerli ile milli olanın aynı zamanda olmadığını , işin başında yerli ve yerelin öncelikli olarak var olduğunu ama zamanla uluslaşma olgusunun ortaya çıkmasıyla birlikte yerel koşulların ortadan kalktığını ve bu nedenle de yerli ile milli olanın hiçbir zaman aynı dönemde birlikte olamayacağını , toplumsal bir gerçeklik olarak ortaya koymuştur . Bilimsel gerçekler uluslaşma sürecinin yerlilik ve yerellik sonrası tarih sahnesine çıkan bir oluşum olduğunu gözler önüne sererken , yerlilik ile milliliği bir arada kullanmanın bilimsel açıdan yanlış olduğunu göstermektedir . Bir toplum uluslaşma sürecini tamamlarsa aynı zamanda o toplumun devleti de ulus devlet olma özelliğini kazanacaktır .Bu durumda yerli olanın milli ile farklı bir durum olduğu ,yerli olanın milli öncesi bir dönemin ürünü olduğu ve bu nedenle yerli olanın hiçbir zaman milli olmadığı ,aynı zamanda milli olanın da benzeri bir biçimde gene yerli olmadığı kesinlik kazanmaktadır . Sosyal bilimlerin ortaya koymuş olduğu bu toplumsal gerçekliğin tamamen tersi bir çizgide , her iki kavramı bir arada kullanarak sanki birbirlerinin tamamlayıcısıymış gibi bir görüntü vermeye çalışmanın , gerçeklere ters düşen ve belirli çıkarlar doğrultusunda siyaset yapmanın açık bir ürünü olduğunu artık görmezden gelmenin gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır..

Küreselleşme döneminde uzun süre küresel politikalara alet olan ve bu doğrultuda ulusal devletlerin zarar görmesine yol açan siyasal yaklaşımların , küreselleşmenin iflas etmesi üzerine boşlukta kaldığı ve bu aşamadan sonra tamamen tersi çizgilere yöneldiği bütün ulus devletlerin çatısı altında gündeme gelen bir tartışma konusudur . Küresel dönemde iktidara gelen ve bu doğrultuda ulus devletlerin sınırlandırılmasına , küçültülmesine ya da bütünüyle ortadan kaldırılmasına aracı olan ulus devlet iktidarlarının, son zamanlardaküresel emperyalizmin iflas etmesi üzerine bir tavır değişikliğine gittikleri ve küresel emperyalizme karşı ulus devlet toplumlarında gelişen ulusalcı muhalefet oluşumlarından rol çalmaya çalışarak iktidarlarını sürdürmenin peşinde oldukları anlaşılmaktadır . Küresel dönem sonrasında da siyasal iktidarı bırakmamak ve ulus devletleri ellerinde tutarak yola devam etmek üzere geliştirilen yeni politikalarda , ülkede ulusal çizgide gelişen muhalefetin önlenmesi ve küresel emperyalizm ile ulus devlet karşıtlığının önüne geçilebilmesi için yerellik adına yeni bir ılımlı dinciliğin geliştirilmeye çalışıldığı, son yıllardaki gelişmeler ile açığa çıkmaktadır . Küresel emperyalizmin iflas etmesi üzerine bütün ulus devletler yeni bir ulusalcılık yükselişi ile yeniden güçlenmenin yollarını ararken , yerelcilik ya da yerlilik üzerinden geliştirilmeye çalışılan yeni dincilik bu kez daha demokratik görünerek etkili olabilmek üzere, kendisini en gerçekçi yerli akım olarak kamuoyuna sunmaya çalışmaktadır. Küresel dönemin iktidarları küreselleşme sonrasında işbaşında kalabilmek için ,en gerçekçi muhalefet tipi olarak ortaya çıkan ulusalcı hareketlerin önünü kesmek üzere , yerlilik ile birlikte milliliği gündeme getirerek ayakta kalabilmenin denemelerini yapmaktadırlar . Küresel politikalar ile ulus devletlerin zayıflamasına aracı olanların yeni dönemde iktidara gelebilmek için ulusalcı muhalefetin önünü ümmetçilikten gelme bir millilik kavramı ile kesmeye çalıştıkları ve bu doğrultuda ulusal devlet öncesinin siyasal gerçekliği olan yerliliği de milliliğin önüne getirerek, bir anlamda gerçek anlamda ulusalcılığa izin vermeyen katı bir tutumu sergiledikleri son dönemlerde öne çıkan yeni bir politik yaklaşım olmuştur. Ulus devlet tasfiyesi sonrasında soyut bir millilik ile ulusalcı muhalefetin önü kesilmeye çalışılırken , yerlilik ile ulus devlet toplumlarının bütünlüğü bozularak gene eskisi gibi yerel özelliklere dayalı bir yerlilik üzerinden ulus devlet karşıtlığına devam edilmek istenmektedir .

Okyanus ötesi Atlantik emperyalizmi, kendi siyasal rejimi olan iki partili kontrollü demokrasi uygulamasını dünya ülkelerine yaymaya çalışırken , yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türkiye’ye de iki partili bir demokrasiyi getirerek , iki büyük parti üzerinden Türkiye üzerindeki denetim ve kontrol mekanizmasını sürdürmek istemektedir . Soğuk savaş döneminde dört partiye dayanan Türk demokrasisi yeni süreçte iki partili demokrasiye dönüştürülmek istenmektedir . Bu aşamada milliyetçi ve İslamcı partilerin bir araya gelmesi desteklenirken , cumhuriyetçi parti ile de bölücü parti birleştirilerek bölünmenin önü kesilmek istenmektedir . Milliyetçiler ile ılımlı İslamcılar arasında yeni bir ittifaka gidilirken , böylesine bir yeni siyasal oluşumu desteklemek üzere yerli ve milli kavramlarının birlikteliği sistematik bir biçimde geliştirilerek farklı bir yeni yapılanmanın önü açılmak istenmektedir . Milli kavramı ile milliyetçiler ifade edilirken , yerli kavramı ile de bölgenin toplumsal gerçekliği olarak dinsellik öne çıkarılmakta ve millinin yanında yerlilik öne çıkarılırken , laikliğe karşı dini yapılanmaya ağırlık verilmektedir . Ayrıca okyanus ötesi Atlantik emperyalizmi Türkiye’yi gelecekte doğulu güçlere karşı kullanmaya öncelik verdiği için, hem Türk dünyasına hem de İslam dünyasına yönelik olarak Türkiye üzerinden yeni emperyal politikalar geliştirmeye çalışmaktadır . Türk ve İslam dünyalarına karşı Atlantikçi politikaları öne çıkarmak açısından da milliyetçi ve ılımlı dinci partinin bir araya gelmesi gerektiği ileri sürülmekte ve bu böylesine bir oluşumu hızlandırmak üzere de yerli ve milli kavramlarının bir arada kullanılmasına öncelik verilmektedir . Türkiye küreselleşme sonrası dönemde ABD benzeri bir iki partili rejime doğru yönlendirilirken , yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımı üzerinden, bu yeni siyasal projenin gerçeklik kazanmasına çalışılmaktadır . Atlantik emperyalizminin merkezi coğrafya hegemonyasını sağlamak üzere , Türkiye taşeronlaştırılarak kullanılmak istendiği aşamada yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımı öne çıkartılmaktadır .

Türkiye için bir yerli ve milli ittifak oluşturulurken eski etnik temelli açılım politikaları geride bırakılmakta, emperyalizm ve Siyonizmin birlikte empoze ettikleri alt kimlikçi açılım paketleri devre dışı bırakılınca, yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımına dayanan yeni bir siyasal yaklaşım öne çıkarılmaktadır . Dış baskılar yüzünden toplumu karşıya alma dönemi biterken , topluma yeniden yayılma ve toplumu yeniden yanına alma hedefli bir yaklaşım, yerli ve milli kavramlarının birlikteliği ile tesis edilmeye çalışılmaktadır . Yerli ve milli söylemi ile toplum yeni bir sadakat ya da bağlılık çemberi içine çekilmeye çalışılırken , Türk devletinin batı bloku ile ilişkileri sarsıntı geçirmektedir . Soğuk savaş döneminin durgun rahatlığı içinde Türkiye’yi bir yerlere doğru kendi çıkarları çizgisinde sürüklemeye çalışan batı emperyalizmi , yeni dönemde de bu bağımlılık ilişkisini korumaya çalışmakta ve bu amaçla da yerli-milli birlikteliği çizgisinde merkez sağda dinci ve milliyetçi bir ittifakın oluşumuna destek vermektedir . Ülkenin doğu bölgesinde yeni ve farklı bir ulus devlet kurmak isteyen bölgeci hareketin halklar gerçeği üzerinden cumhuriyetçi parti ile birleştirilmeye çalışılması da ,merkez sağdaki dinci-milliyetçi ittifakının doğal sonucu olarak gündeme getirilmektedir . Bu aşamada Türk-İslam sentezi yeniden Türkiye’de canlılık kazanırken , kurucu önder Atatürk’ün ülkeye getirmiş olduğu halkçılık ve ulusçuluk sentezi görmezden gelinmiştir . Devleti kuran Atatürk’ün partisi cumhuriyetçilik ve halkçılık esasları üzerinden, bir ulus devleti kurduğu için bu çizginin günümüzde de devam ettirilmesi beklenmekteydi .Ne var ki , Atlantik insiyatifinin Türkiye’de iki partili demokrasi üzerinde ısrar etmesi yüzünden halklarcılık ilkesi halkçılık ilkesinin yerini almıştır . Siyasetin sol kanadında halkcı parti halklarcı parti yeniden bir araya getirilirken , cumhuriyetin ulus devletini kuran halkçılık anlayışı terkedilmekte ve alt kimliklere dayanan bir halklarcılık anlayışı öne geçirilerek bu yoldan Türkiye’nin etnik yapılanması siyaset sahnesine taşınmak istenmektedir . Solda halklarcı çizgide bir yeni oluşum hedeflenirken , sağ kanatta milliyetçi ve dinci partilerin bir araya gelmesiyle oluşturulacak sentez için yerli ve milli kavramları birlikte kullanılmaktadır. Yerli ve milli çizgide geliştirilmek istenen yeni merkez aracılığı ile Türkiye’nin bir Akdeniz ülkesi ve de Asya bölgesinin temsilcisi bir devlet olduğunu görmezden gelen Atlantik emperyalizminin, yerli ve milli kavramları birlikteliği ile merkez sağda bir Türkçü-İslamcı parti oluşturmaya öncelik verdiği görülmektedir .Amerikancı iki partili sistem üzerinden halkçı ve halklarcı yakınlaşmasının önü açılmıştır,ama son yıllardaki çeşitli girişimlere rağmen Türkiye’de böylesine iki partili bir demokrasiye geçiş sağlanamamıştır . Durumu yakın gelecekte gündeme gelebilecek olan siyasal gelişmeler belirleyecektir . Bir taraftan iki partili yapılanma dışarıdan zorlanırken , diğer taraftan da Türk siyasetine yeni partiler girerek ülkede çok partili yapılanmanın sürdürülmesine katkı sağlamışlardır . Çok partili yapılanma çerçevesinde Türkiye’yi istediği gibi kontrol edemeyen Atlantik emperyalizmi , iki partili sistem için ısrar ederken Avrupa ülkeleri Türkiye’nin çok partili demokraside kalması için politika geliştirmişlerdir .Türkiye bu yüzden bir ABD-Avrupa ikilemi arasında bocalarken , savaş konjonktürü üzerinden de Avrasya bölgesinde var olabilmenin mücadelesini de vermek zorunda kalmıştır . Batı emperyalizmi Orta Doğu ve Avrasya bölgelerine yeniden saldırırken , Türkiye bir bölge ülkesi olarak çok zor durumlarda kalmış ve yeni bir Türk-İslam sentezi üzerinden bölgede batı çıkarları doğrultusunda cephe ülkesi olmaya doğru yönlendirilmeye çalışılmıştır . Bütün devletler ayakta kalabilmek üzere bir vatan savaşına doğru zorlanırken , Türkiye’nin emperyalizmin enerji hatları oluşturan koridor projeleri ile karşı karşıya bırakılarak savaşlara sürüklenmesi ,Türk ulusunun geleceği açısından son derece bir olumsuz durum yaratmıştır .

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu itibarıyla halkçı bir ulus devlettir . Cumhuriyetin temel prensipleri olarak kabül edilen Atatürk ilkelerinde laiklik ile beraber hem milliyetçilik hem de halkçılık ilkeleri yer almaktadır . Cumhuriyetin kurucu kadroları milli devleti kurduktan sonra bir dil devrimi sayesinde Orta Asya Orhun yazıtlarından gelen ulus kavramını benimsemiş ve Türkiye Cumhuriyetini bir ulus devlet olarak bütün dünyaya ilan etmiştir . Dışa karşı bir milli devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti içe dönük bir yapılanma da halk devleti olarak örgütlenmiştir . Böylece emperyalizme karşı Kuvayı Milliye hareketi başarıya ulaşınca milli devlete dönüştürülmüş ama ümmet kavramından gelen millet kavramı yerine , genç Türk Cumhuriyeti laik bir devlet olarak tarih sahnesine çıkarken ulus kavramını esas almıştır . Bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti çağdaş laik cumhuriyet yapılanması çizgisinde ortaya çıkarken ,laiklik ve çağdaşlık ulusalcı yapılanma içerisinde bütünlüğe kavuşturulmaya çalışılmıştır . Türk devletinin kuruluş modeli üzerinden Türkiye’nin “yerli ve milli” olarak tanımlanması tam olarak gerçekliği yansıtmamakta ama “halkçı ve ulusalcı “biçiminde bir yapılanma Türkiye Cumhuriyetinin kendine özgü koşulları açısından daha doğru bir tanımlama olarak öne çıkmaktadır . Cumhuriyetin kurucu kadrosu imparatorluktan geride kalan insan topluluğunu çağdaş bir uluslaşma projesi ile bütünleştirmiştir .Avrupa,Asya ve Orta Doğu bölgelerinden gelerek yeni Türk devletinin çatısı altına giren göçmen topluluklar , çağdaş laik bir ulusalcılık aracılığı ile bütünleştirilirken , ümmet kökenli millet kavramı yerine din ağırlıklı olmayan bir ulus kavramı benimsenmiştir .

Modernizm öncesi dönemin yansıtıcısı olan yerlilik, ulus devletler çağının yaşandığı bugün Asya ve Afrika ülkelerinde görülen çağdışı bir yapılanmayı temsil ettiği için, elektronik devrim ile uzay çağının başladığı yirmi birinci yüzyılın gerçekleri ile hiç bağdaşmamaktadır . Küresel emperyalizm ile postmodernizim safsatası da sona erdiği için modernizm öncesi bir geri dönüşü yerlilik üzerinden gündeme getirmek ,Türkiye gibi çağdaş cumhuriyetler de mümkün olamamaktadır . Ulus öncesi kabilecilik olgusunu yeniden gündeme getirecek bir yerlilik girişiminin modern dünya devam ettikçe mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır . Geçmişte olduğu gibi ümmetçilik kasteden bir millilik anlayışının ise laik ve çağdaş bir cumhuriyet yapılanması içinde gerçeklik kazanamayacağı zamanla ortaya çıkmaktadır . Günümüzde Eskimolar ve Kızılderililer yerliler olarak yaşamlarını sürdürürken , bazı din devletleri de ümmetçilik üzerinden bir milliliğin arayışı içine çekilmeye çalışılmaktadır . Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri açısından konu ele alındığında , Türkiye’nin geleceğinde bölücülüğe karşı ulusalcılık ,postmodern şeriatçılığa karşı laiklik ,emperyalizm işbirlikçiliğine karşı da halkçılık ilkeleri esas alınmalıdır . T.C anayasasında yerlilik diye bir ana ilke yoktur . Yerlilik üzerinden dinsel bir düzenin devreye sokularak , laiklik ilkesinin devre dışı bırakılmak istenmesi de anayasaya aykırı düşmekte ve gerçekçi görünmemektedir

Orta çağ sonrasında büyük imparatorluklar kurulurken , dünyanın her yeri kralların ya da imparatorların merkezi otoritelerinin kontrolü altına giriyordu .Bu aşamada orta çağda görülen yerel yönetimler geride bırakılarak büyük devlet yapılanmalarına gidilirken yerlilik olgusu da ikinci planda kalıyordu . Yeryüzü kıtalarına dağılmış olan insan topluluklarının bütüncül bir yönetim altında düzene kavuşturulabilmesi için krallıklar ve imparatorlukların merkezi yönetimi zorunlu görünüyordu .Yerli olan her şey merkezi otoritenin yönetimi altına giriyordu . Modernleşmenin sonucunda gündeme gelen iki dünya savaşı sonrasında ise imparatorluklar dağılırken ulus devletler kuruluyor ve ulus gerçeği altında bütün yerel yönetimler ve yerlilikler ulus devletin çatısı altında bir araya getirilerek toplumsal bütünleşmeye ağırlık veriliyordu . Böylesine bir sürecin sonucunda Birleşmiş Milletler çatısı altında iki yüz civarında ulus devlet örgütleniyor ve bu doğrultuda dünya haritası değiştiriliyordu . Ne var ki , soğuk savaş sonrasında küreselleşme dönemine girdikten sonra küresel emperyalizmin örgütleri olarak büyük sermaye şirketleri ulus devletlere dönük bir saldırı politikasını gündeme getirince , her devletin milli sınırları içinde birleştirmeye çalıştığı yerel yönetimler ile yerli yapıların yeniden canlandırılarak, ulusal toplumların parçalanması üzerinden yerel yönetimlerin devletleştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkmıştır . Ulus devletlerin kendi çatıları altında bir araya getirdiği yerel yönetimler ile yerli düzenlerin canlandırılması ile,modernizm öncesi döneme geçiş için bir yönlendirme yapıldığı görülmüştür .

Ulus devletlerden eyalet devletlerine ve bu eyaletlerin bir araya getirilmesinden sonra da bölgesel federasyonlara geçiş için hazırlık yapıldığı bu aşamada , Türkiye gibi bir ulus devletin yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanıldığı bir yeni siyasete doğru yönlendirilmesi rastlantısal bir olgu değildir . Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı merkezi coğrafyanın çok uluslu ve kültürlü bir bölgesel federasyona doğru çekilmeye çalışıldığı yeni aşamada , bölgedeki ulus devletlerin üniter yapılarının ortadan kaldırılmak istendiği ve bu doğrultuda eyalet yapılanmaları doğrultusunda bölgesel bir entegrasyonun bölünerek gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir yeni süreç başlamıştır . Yerli kavramının kullanılmasıyla yerellik öne çıkarken , milli kavramının birlikte kullanılmasıyla da eyalet devletleri üzerinden parçalanmaya karşı bir tepki olarak yeni bir ulusalcı dalganın güçlenmesi önlenmek istenmektedir . Bu amaçla da dini topluluklar siyasal alana doğru çekilmekte ve giderek güçlenen ulusalcılık akımlarının önü kesilmeye çalışılmaktadır . Ne var ki , çağımızın bilimsel gelişmelerinin ortaya koyduğu gerçeklere göre , milli olan her şey hiçbir zaman yerli ya da yerel olamaz . Yerli düzenler ya da değerler ise millilik sıfatını durduk yerde kazanamaz .Zaman geçtikçe yerli değerler bölgeden bölgeye yayılabilir ve bir ulus devletin çatısı altında ya da ulusal sınırlar içerisinde millik özelliği kazanabilirler . Uluslaşmanın olduğu her yerde yerli yapılar ulusal entegrasyonun içinde erirler . Yerliliğin öne çıktığı aşamalarda ise yerel yönetimler güç kazanır ve o zaman da yerlilik geçerli bir durum kazanır ve uluslar ortadan kalkarlar . Bu nedenle milli olan aynı zamanda yerli olamaz , milli olan ise zaten yerlilikten çıkmış olarak kabül edilir .